28 Aralık 2010 Salı

Düşünüyordum da....
Hani biz daha yumurta ve sperm olarak iki farklı parça halindeydik ya. Hani anacığımızın içinde bütün bir insan olma gayretimiz vardı. İşte tam o sırada bu büyük, mucizevi, olağanüstü işi gerçekleştire dururken, elbetteki bu olayın büyüklüğünden, daha ilk andan itibaren irili ufaklı birsürü rahatsızlık veriyorduk ya annemize. Kısaca kadıncağız seni içinde oldura dururken (aman allahım nasıl birşey bu!) hiçbişeysiz ve karşılıksız, o canının içinden can katarak, biz canının içinden can alarak varolmaya çalışıyorduk. Sonrasını hiç söylemiyorum.
Bunu nerden mi getiriyordum aklıma? Nasıl olmuşsa olmuş olan bencil ve konforlu yaşamımızda ufacık bir acının, sözgelimi parmağınızın kapıya sıkışması, yarattığı sinirli ruh haline karşılık sırf sen olasın diye çektiği sıkıntıdan şikayet etmişmidir acaba annem? Dedim ya sonrasını hiç söylemiyorum bile...koca 33 yıl yarattığım işkenceyi yani.
doğum günüm yaklaştı da.

Dur geçme zaman

Düşünmem lazım,

Bu kadar çabuk tüketme beni zaman

10 Aralık 2010 Cuma


Doldurdum, içiyorum. Sıradaki şarkı çabuk geçen yıllara gelsin diyorum. "Hep mi geçmişe özlem diyeceksin gonca" diyeniniz olabilir, e artık kafamızı s.ktin diyeniniz de. Yok bu sefer geçmişe özlem mözlem yok. Önümde kalan hayatın neresinden başlasam diyorum bu kez. Geri kalan kısmının neresinden tutulur onu bilemiyorum ya işte, ona içiyorum acıcık. Bir doğan canku şarkısına hazırlıksız yakalanmış gibi aceleyle içiyorum üstelik.

1 Aralık 2010 Çarşamba

Geçmiş sıkıntılar ne kadar saçma, basit, küçük, değersiz ve çözülmüş görünüyorsa gözüme gelecek sıkıntılar o kadar anlamlı, karmaşık, büyük, değerli ve çözümsüz görünüyor. Ve bu süreç binlerce kere aynı biçiminde yaşanmaya devam ederken neden ilk kez karşılaşıyormuşum havasındayım. Neden hala bir süre sonra anlamını belkide yitirecek problemleri algımdaki "yeni" etkisinden kurtaramıyorum. Cevap: iflah olmaz bir kötümserim. Duygusal çalkantılarım da olmasa blog sayfamı açacak bile değilim. Bakıyorum da kasım ayında tek bir yazı yazmamışım. Hoş, yazmaya mecbur hiç değilim. Bu iniş çıkışlar kendimi hatırladığım yaşamım boyunca böyle devam ederken inişler sırasında yaptığım ve hiç vazgeçmediğim "kılıç kuşanma" etkinliğini yineliyorum bugün. Kuşandığım kılıçla kime mi saldırıyorum. Tüm hırsımla kendime yine elbette. Her parçamı kesip kesip doğruyorum itina ile. Elime aldığım her parçaya da ne kadar da değersiz ve işe yaramaz diye tükürmeden edemiyorum.
Mevsim geçişi, hava kapalı, kışa giriş psikolojisi, yeni evli, henüz hoca, hala çocuksuz vs. gibi nedenler zinciri yapayım desem bile işe yaramaz. Bunların hiçbiri çünkü. Bugüne özel, 1 Aralığa özel bir neden söyleyeyim o zaman. Mesleğime ve verdiğim yıllarıma olan inancımı yitirdim çünkü. Neden mi? İlk başta hiç inanmamışım da ondan olabilir mi? Yine sorulara dönelim o zaman? Ben akademisyenim ya, diyelim ki akademisyenlikten vazgeçtim, ne olurum ben? adım ne olur. Hani mühendislik fakültesindeki akademisyenler üniversite dışında da hoca değil mühendis falan ya, onun gibi işte adım ne olur? Diyeceksiniz ki eğitim fakültesi olduğuna göre öğretmen olursun. Ne öğretmeni olurum? Bilgisayar. Harika. Çünü ülkemizde bilgisayarın öğretilecek bir alan olarak görülmediğini hepimiz biliyoruz. E bilgisayarcı diyelim ozaman. Ulan bu kadar sığ bilgisayar bilgisiyle nereye bilgisayarcı oluyorsun demezler mi? Ben ne mi olurum, hiç bi bok olamam.

25 Ekim 2010 Pazartesi

Yazmak giderek daha da zor bir hal alıyor. Sürekli olarak öğrencilerin sorunlarıyla ilgileniyorum. Keşke sadece sorunlarıyla ilgilenmekle bitse, sorunlarının duygusal kısımlarını birebir yaşıyorum. Özellikle vakıf üniversitesinden olmak her iki aşırı ucu birlikte yaşamayı gerektiriyor. Bu gerçekten pek de sağlam olmayan sinirlerimi yıpratmaya başladı. Hergün birsürü olay yaşıyorum. Geçen hafta bir kızcağın kan davası problemlerini dinledim yaklaşık 1 saat. 1 haftadır etkisi üzerimde zaten, hep filmlerde olur zannettiğimiz şeyleri gerçek olarak birinin ağzından duymak, gerçek bir hayat hikayesi, canlı canlı yaşanan bir olay olarak dinlemek.Tuhaf ve ürkütücü, insanoğlunun kendi yarattığı kurallara bu kadar bağlı kalması ürkütücü, arkadan gelenlerin de bunu kaderi sayması tuhaf. Neyse esas yaşanan iki aşırı uç örneği bugün gerçekleşti: Bir öğrenci 2 aydır içinde bulunduğu korkunç durumu paylaşmak için benden izin istedi, odamda oturmuş dinliyorum. bölüm 1.si tam burslu bir oğlan. Ev arkadaşları bir nedenden başka yere taşınmışlar ve bu da sahibinden.com dan bir ev arkadaşı bulmuş kendine. Derken evi polisler basmaya başlamış, doğal olarak korkmuş. emekli bir polis çocuğu aynı zamanda. Babasıyla paylaşamamış korkudan. Gitmiş karakola durumu öğrenmeye. Ev arkadaşının dosyası oldukça kabarık, fuhuş, adam yaralama, daha neler. Çocuk başka bir yere de gidemiyor, ev kirası çok düşük, başka ev arkadaşı yok, yurtlar pahalı okulda vs vs. KArşımda yaşlı gözlerini sürekli kaçırarak bunları anlatıyor, çaresizim diyor. Düşünüyorum kredi yurtların başvuru zamanı geçti, arasam bölüm başkanı olarak etkisi olur diye düşünüyorum. çocuk bir yandan eve gidemiyorum diyor korkudan, kalacak yeri yok, maddi durumunu söylemeye gerek bile yok. aklımda binlerce fikir dönüp duruyor aynı anda. Neyse tam o sırada koridordan bir ses yükseliyor, bir öğrenci sekretere küstahça 20 bin dolar verdim bu okula bir fotokopi çekemiyecek miyim diye kendince ağzının payını veriyor fakültenin fotokopi makinasını kullanmayı talep ederken bir yandan. Odamdaki gözü yaşlı öğrenciyle göz göze geliyoruz. şeytan diyor çık ofisinden ağzının ortasına patlat, dişlerini dök, odadaki öğrencinin de yardımıyla iyice benzet hiçbirşeye benzemeyen suratını. Tam türk filmi, geçen hafta kan davası bu hafta bu. Yok ben gerçekten daha iyi anlıyorum türk fimi senaryolarını. Biz sürreal sanırken hayatın tam da gerçekleriymiş. Çareler peşindeyim şimdi, yarın mütevelli heyetten randevu aldım bu öğrenciye acil barınma bursu verilsin diye. Dur bakalım inşallah. E gel de yaşa bunca adaletsizlik içinde. gel de yaşa bu kadar geniş bir ranja gözlerinle şahit olurken.

17 Ekim 2010 Pazar


Çok yorgunum. Hiçbirşey yapmamaktan çok yorgunum. Boşluğun yükü omuzlarımda. Bomboş geçiriyorum günlerimi. Kendim için hiçbirşey yapmadan. Okul dışındaki bütün zamanımı tv izleyerek geçiriyorum. Cuma-cumartesi-pazar sadece bir adet ekranın karşısında saatlerce oturdum. Elebetteki nedeni var. Tamamen soyutlanmak arzusu. Zihnimin hiçbirşey düşünmesine izin vermemek. Bir tür kaçış. Ama kaçarak daha kötü hissediyor, vicdanımın ağırlığını daha yoğun yaşamak zorunda kalıyorum. Şuraya 2 satır yazmak bile ağır geliyor. Sabahları üstümü giyinmek bile. Okula gidip maskeli maskeli geziyorum. Eve gelip mümkün olan en kısa sürede üstümü değişip tv karşısına geçiyorum. Biraz daha dibe batmak istiyorum. İnsanın yok olma ihtiyacı var mı acaba. Fiziksel ihityaçlar ait olma ihtiyacı vs. gibi ihtiyaçların yanında yok olma ihtiyacı da var mı? Ben hissediyorum. Yok olmak istiyorum. Orada biryerlerde hiçlikte yaşamak istiyorum.

11 Ekim 2010 Pazartesi

İnsanlarla yüzgöz olacağım ortamlardan inatla kaçışımı anlamaya çalışıyorum. Diyelimki bir toplantı var, ben hemen programıma bakıyorum dersim olsada kaçsam diye. Hatta çoğu zaman selam vermemek için kimseye yolumu değiştiriyorum. Neden böyle olduğumu bilmiyorum ama kendi kabuğumda yaşamak istiyorum, mümkün olsa da kimseyle konuşmaya ihtiyaç duymadan geçip gitsin haftalar istiyorum. Neden? Aslında seviyorum konuşmayı, paylaşmayı, aynı hisleri duyuyor muyuz diye gözlerinin çekirdeklerine bakmayı. Seviyorum birlikte gülmeyi, kendimi anlatmayı, başkasını bilmeyi. Peki neden?

7 Ekim 2010 Perşembe


Hani büyüyünce ne olmak istediğimizi sonsuz kere değiştirme hakkımız vardı ya, işte artık yok. Hem de bikerecik bile. Ona bozuluyorum bu aralar çünkü ben sonsuz hakkımı daha tam kullanamamıştım.

29 Eylül 2010 Çarşamba

burun kanaması

Geçen sabah evde yalnız uyandım. Onur şehir dışındaydı. Uyanır uyanmaz burnum kanamaya başladı. Beni zaten kan tutar. Panikten banyoya koştum, aynada kendimi görünce daha da telaşlandığım için çabucak geri çıktım, sağa sola koştum, peçete bulup durdurmaya çalıştım. Toplam 1 dakikayı geçmemiştir. Ama verdiğim ilk tepki ağlamak oldu. Artık bunu adı sulugözlülükten çıktı. Başka bir tanımlamaya ihtiyacım var. Düşündüm sonra dur bi neden ağlıyorsun diye. Herkes ölmekten korkar, ben de korkuyordum ama ağlamamın nedeni bu değildi. Anladım ki vedalaşamadan ayrılmaktan korkuyorum. Aklıma ilk Onur geldi. Ne anne ne baba. Onlara karşı sonsuz bir sevgim var ama Onur'la vedalaşmadan, hoşçakal demeden gitmek istemedim. Üstelik giderken ben, elimi o tutsun istedim.

15 Eylül 2010 Çarşamba

Sözlüğe devam.
google'ın b.kunu çıkarmak: "bugün ne pişirsem" yazarak anahtar kelime tarihine altın harflerle yazılmak. (sonuçlar gayet güzel)

14 Eylül 2010 Salı

Taşındık


Yeni iş derken yeni evimize de taşındık :( Biraz üzgünüz. Biz böyle duygusal bir aile olduk Onurla. 10 ay olmuştu daha taşınalı ama iyice alışmıştık mecidiyeköydeki evimize.
Resimdeki gibi sudan çıkmış balığa döndük taşınırken...

29 Ağustos 2010 Pazar

Ağustosu soydum başucuma koydum.
Ağustos bir yalan uydurdu.
En çok yalanları sevdim.
Dime dime dim. Ağustostan geçtim gittim.
Biraz değişiklik iyi gelecek sanırım. Binlerce şablon var, incelemekten sıkıldım. Bence bu tam bana göre. Birkaç tane de böyle domestik tipliler vardı onlar da olurdu ama, bu oldu işte, uzatmaya gerek yok.

19 Ağustos 2010 Perşembe

"MUTLUYUM" ama olamıyorum

Herşey yolunda. Ve hatta o kadar yolunda ki Tarkan'ın "Geç oldu güç oldu geçmişimin karması" şarkı sözüyle ifade edebilirim. Mutluyum yani kısaca. Peki mutlu olabiliyor muyum? Refeanduma "Hayır", buna da hayır. Öylesine hayır ki yolunda olmadığı zamanlardan daha da mutsuzum. Beni tanıyanların bokunu çıkardın dediğini duyar gibiyim. Öyleyse hemen anlatayım: Şimdi herşey yolunda ve süper gidiyor ya, ben de işyerinde şöyle bir gazetelere göz atıp öğleden sonra 4 gibi yavaş yavaş eve gideyim diyorum. Gazetede bir haberi kısaca aktarayım (bu arada keyfim yerinde, yüzümde gülücükler, ufak ama tatlı telaşeler vs.): Akşam eve geldiğinde iftara ne yemek yaptın diyen kocasına "evde hiçbirşeyimiz yok, yemek yapamadım" cevabı veren kadın, kocasını yatak odalarının lambasına asılı halde buldu. Altında bir resim ağlayan bir kadın, kucağında 3-9 yaş aralığında 3 çocuk, fonda gökyüzünü çağırır gibi inatla mavi renge boyanmış bomboş duvarlarıyla bir gecekondu odası.................
Haber okunur, derin bir nefes alınır, acı acı damağına çarptırarak geri verilir. Hiç uzatmadan hikayedeki üç karakterin yerine koyarsın kendini. Önce kadını düşünürsün, saçlarını yolasın gelir, adam gitmiş, yetim üç yavru kucağında, keşke komşudan bir tas bulgur alıp kaynatsamıydım da yokluğu yoksulluğu 1 gece daha erteleseydim mi dersin, yoksa daha erken varaydım da odaya kurtaraydım mı? Ya da ben bu yavrulara bu akşam ne yedireceğim mi veya bundan sonra ne yapacağım mı? İstediğin sorudan istediğin zaman başla, kocanın acısı dinsin diye tel tel koparttığın saçlarınla kafa derine yaptığın işkenceyi bitirir bitirmez mesela.
Çocukları düşün hemen ardından. Annem neden ağlıyor bu kadar? Şimdi babamı hiç mi göremeyeceğiz, bayram da bile mi? Ama neden? Bu "nedeni" bir ömür bulamayarak her daim isyan halinde mi olacaklar yoksa onlar da babalarının kaderini paylaşıp bir yerinde vaz mı geçecekler yaşamaktan. Belki de onlar vazgeçmeden davranacak sokaklar.
Sonunda sıra geldi adamın yerine düşünmeye: Nasıl koyu bir çaresizliktir bu. Bir ekmeğimiz bile yok. Kimbilir ne çok girişimi oldu akşam eve gelmeden önce. Nasıl olduysa oldu bu dipsiz kuyudan çıkmamaya karar verdi. Ve nasıl olduysa oldu yapayalnız bırakmaktan beis duymadı çocuklarını, karısını. Demek nasıl ama nasıl çaresizdi.
İnternet Explorer kapatıldı, ardından bilgisayar. Arabaya binip yola çıkıldı eve doğru, boğazımda düğüm düğüm hıçkırıklar. Köprüde trafik tıkandı tabi, dışarısı cehennem sıcak, son 15 gündür sürekli oto-klima ile yaşıyorum. Trafik tıkanınca eve ekmekle gideyimde kendimi lambaya asmayayım diyen 45-50 yaşlarındaki bir adam elinde 500 ml buz gibi bir şişe suyu sallayarak ironinin hasını yaşattı. Elindeki şişe soğuktan, buz gibilikten damla damla terleyip yol yol aşağıya uzarken buharı, adamın kafası sıcaklıktan terleyip yol yol uzamıştı damlalar göğsüne doğru. Ben klimalı arabada haberi düşünüyordum ki üstüne bu resmi görünce, ne resmi bildiğin 3 boyutlu insanlık dramı, hıçkıra hıçkıra ağlamaktan alıkoyamadım kendimi. Ne yapayım, utanmadan kafamı uzatıp 50 yaşındaki adamdan 0,5 liraya bir şişe su mu alayım arsızca camımı tekrar kapatırken. Sadece cam mı, birlikte dünyamı kapatırken onun dünyasına. 500 kuruşla vicadanını nasıl da rahatlattın helal olsun sana gonca diyen sesimi susturmak için daha çok su mu almalıyım, bu sess nasıl susar acaba. Bırak sesi susturmayı, akşam eve gittiğimde dolaptakileri beğenmeyip dışarı sipariş verirken bu yaşadıklarını hatırlayacak mısın ki? Sen arsız dünyana geri dön, 1 şişe su alsan ne olur almasan ne olur. ihtiyacı olana satıyor ihtiyar adam nasıl olsa, şerefiyle götürüyor ekmeğini evine. Sana muhtaç da değil ayrıca.
Bütün insanlar doyuncaya ve insan gibi şartlarda yaşayıncaya kadar mutlu olmak zor.

Daha da mutsuzum, yok pardon mutsuz değilim, mutluluğumdan utanıyorum. Tam da mutluluğumdan da değil rahat yaşamımdan utanıyorum, sıkılıyorum, yüzümden evvel içim kızarıyor.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

İçim buruk buruktu, sersemin teki geldi haddi olmayan şeyler söyledi gitti. Ezildiğimi hissettim. Neden bu kadar kolay tokatlanmaya izin veriyorum acaba??

8 Ağustos 2010 Pazar

Evin mutlaka olması gerenleri



Hiç bir şeyin mulaka olması gerekmiyor. Nereden çıkarıyoruz eksikler listesini bilmem, oysaki tek olması gereken gülen yüzler ve yiyecek yemek yani karın tokluğu. Geri kalan her şey domino taşları gibi birbirini takip ederek üzerimize yıkılan ihtiyaçlar. Örneğin; mutfak dolapları yetersiz, yeni dolap yaptırılmalı, yeni dolaba uygun masa olmalı, öyleyse sandalyeleri de değiştirmek gerek, aa şimdi dolap renklerinde perde de gerekir. Geçelim salona, bu perdeler hiç uymamış ya perdeler ya mobilyalar değişmeli…..vır vır vır zırzırzır. Hepsi de yalan, hiçbirşeye ihtiyacım yok. Nitekim ben yine bu düşünceyle bir dönem hiçbir tekstil ürünü de alamıyordum. Evdekilerle yeterince sırtım pek oluyor yenisini ne yapayım diye.


Yeni ihtiyaçlar yaratıp bunlar için çalışadurmaktan başka türlü bir yaşam seçimi olmalı, olmalı mı olmamalı mı, yoksa hiç düşünmemeli mi?


2 Ağustos 2010 Pazartesi

Geçip giden şeyleri yazmak gelmiyor içimden. Uzun bir tatil dönemini geride bıraktım. Harika günler geçirdim. Herşeye rağmen en güzel kısmı antakyada olan idi. İlla ki antakyadaki tatiller güzel işte kime ne. Belki de herkes gibi hala çocukluğumda kalmak istediğimden. Çocukluk demişken doğup büyüdüğüm evin sokağından geçtik kızkardeşimle. Sokak çocuğu olduğumdan bütün bahçe duvarlarında el izlerim var gibi hissettim. Sağa sola uzun uzun bakındım, eski evin penceresini bacasını döne döne süzdüm, değişilikleri tespit ettim. Bir kaç eski komşuyla selamlaştım, o eskiden çok büyük sandığım hatta sokağın karşısına geçmek için 3 kez önca sağa sonra sola baktığım miniminnacık sokaktan usulca çıkıp gittim tekrar.

Yeni işime başladım. Ve sanırım bunun için en sıkıcı resmi de buldum. Kimisi yeni insanlarla tanışmayı, yeni ortamlara girmeyi keyifli bulur ama ben.... evet ben nefret edenlerdenim.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Asosyallikten midir, mendeburluktan mıdır bilmem genellikle yalnız vakit geçirirken buluyorum kendimi. Yalnız alışveriş yapıyorum, Onur yoksa yalnız geziyorum. Aslında arkadaş istemediğimden de değil ama nebilyim işte genetik kodum bozuk herhal. Neyse asıl konu bu değil zaten. Yalnızken insanları gözlemlemek yada olaylar hakkında yorum getirmek kısacası iç sesine kulak vermek oldukça kolaylaşıyor. Bu sebeptendir ki kendimi sağda solda alışveriş merkezinde, işle ilgili bir görüşme sonrasında, restoranda yalnızbaşına yemek yerken falan telefonuma çeşitli tanımlar yaparken yakaladım. Bu tanımları birer ikişer buraya taşıyacağım, belki derler toplar bir sözlük yaparım. Zira bu kaydı girmek için blogumu açtığımda profilimi de bir sözlük tanımı gibi yaptığımı farkettim.

Musallat: Alışveriş sırasında sinsice yanaşan satış görevlisinin soğukkanlı ısrarcılığı.
Sahte entellektüel: Doktora vb. yüksek öğrenimini yurtdışında yapmış ve fakat mecburen geri dönmüş, ancak bu dururmu içine sindiremediğinden "hayır" demesi gereken tüm durumlarda hinnnoooo diyerek İngilizlerden daha çok ingiliz olma çabasındaki insan.
Mühendis: Lisansta aldığı matematik derslerinin gazıyla olur olmaz sohbet ortamlarında "n tane" diye başlayan cümleleri seriler diziler kuramları yardımıyla insan doğasının karmaşıklığını hiçe sayarak sosyal bilimlerin binlerce değişkenle açıklayamadığı mevzuları bir çırpıda formülize edebilen insan. Etraftaki dört işlem bilmeyen kişilerin "sahiden matematik biliyor bu" şeklindeki içsel yorumlarının ortaya çıkardığı hayran bakışların desteğini aldıklarında özgüven patlaması yaşayıp konuşurken şuursuz el-kol hareketi yapanları da bulunur bu türlerin.

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Birikti birikti binlerce şey birikti. Çok hızlı geçiyor herşey. Temmuz ayını yollarda geçiriyorum resmen. Rotayı yazayım da rahat edeyim iyisimi: İstanbul-Kıbrıs-İzmir-İstanbul-Ankara-Bodrum-Hatay-İstanbul. 1 Ağustos işbaşı. Yeni işyeri, yeni insanlar yeni başlangıçlar. Umutluyum :) Düşük beklenti, yüksek mutluluk felsefesini hayata geçirdim çünkü.

23 Haziran 2010 Çarşamba


Bu ay başarıyla sonuçlanmayan 4-5 adet diyet girişimim oldu. Çok sıkıldım şişmanlıktan ama yemek yemekten vazgeçemeyeceğim. Başka bir çözümü olmalı :(

15 Haziran 2010 Salı


Evlenmek yeni bir ayakkabı almaya çok benziyor. Ayakkabı güzel ama ne kadar rahat olursa olsun, ne kadar büyük numara olursa olsun ayağının kıvrımlarına alışması, nemini, terini çekip yumuşaması gerekiyor. Bunları yaparken de topuğuna, küçük parmağına ufaktan izler bırakıyor. Her türlü izine, acısına, yarasına rağmen sevmenin, sevilmenin, birlikte hayal kurmanın, yağmur altında güvenle tutulan sıcacık bir elin tadı hiçbirşeyde yok.

Birisine öğretmedikten sonra bilmenin ne değeri var?

14 Haziran 2010 Pazartesi

Demir eksikliği depresyon yapıyormuş. Kaynağı bir türlü belirlenemeyen atak depresyonlarımın sorumlusu bu olmasın sakın. En kısa zamanda vücudumdaki Ferrum ve hemoglobin miktarını arttırmalıyım. Son günlerde (3 günlük diyetin etkisi olabilir) halsizlik şikayetime aile doktorumuz internet(Her çağırdığımda teşhis ve tedavi edebilen biricik dostum) demir eksikliği diyor üstelik.
Dün 39 numara bir ayakkabı aldım. Kalıbı küçük-büyük farketmez hiç 39 numara almamıştım. Hani şu yaşlanınca insanların ayakları büyür önermesi vardır ya sanırım gerçek oldu. Epey bi üzüldüm önce, deve tabanlı filan diye hakaret ettim kendime ama sonra vazgeçtim. Naapalım. "Kafası büyük devlete, ayağı büyük hizmete"şeklindeki özlüsöz geldi aklıma. Sosyolojik bir çıkarım yaptım hemen: eskiden devlete hizmet etmek için üstün zeka gerekiyormuş, nasıl değişmiş herşey. Onu da bıraktım, babane neyse ne! Zaten düşünmekten sıkıldığımı anlayınca bir daha düşünmemeye söz verdim. Ha bu arada ayakkabılar mor, zor beğenen kocam bile beğendi bu morları.


8 Haziran 2010 Salı

Facebook profil yazılarından biri. Çok beğendim. Bir çeşit tarif etmiş beni ama somethings has changed from now on.
İnsan mutlu olamaz...
Çünkü; gereğinden fazla özler dünü, Hakettiğinden fazla düşünür yarını Ve hiç haketmediği kadar bilinçsizce yaşar bugünü... Her insan mutlu olamaz... Çünkü; gereğinden fazla özler hayatından çıkanları, Hakettiğinden daha büyük umutla bekler hayatına girecekleri.....Ve asla göremez yanıbaşındakileri..."

2 Haziran 2010 Çarşamba

Bu yıl geçip gitmiş, hem de hiç yeni türkü dinlemeden. Radyoda çalınca farkettim. Yeni Türkü, İlhan İrem, Leman Sam ve Fikret Kızılok dinlemeden geçmesin hiç bir yıl diye dilekte bulundum hemen.

28 Mayıs 2010 Cuma


Şu iyi gelişmeler de kaplumbağa hızıyla ilerlemese olmaz sanki. Ansızın süpriz bi haberle "heyoooo" diye sevinemedim hiç. İlla önce ızdırap, heyecanlı bekleyiş ve belirsizlikler silsilesi...

27 Mayıs 2010 Perşembe

Yalnız kalmaktan utandım bugün,
doğru bile yazmayı beceremediğin şeyi
nasıl olur da hissedebilirsin dedim kendi kendime.
Hiç bir biyoloji bilgisi yokken üremeye çalışan insan gibi mi oldum yani.
Sevişmek için mayoz bölünmeyi bilmeye gerek var mı dedim kendi kendime.

14 Mayıs 2010 Cuma


Herkes seni sevsin istersin. Ama olmaz. Hastalık bir türlü. Bazılarına duyduğum öfke de buradan geliyor sanırım. Ne çocukça ama.

6 Mayıs 2010 Perşembe


Ben tam anlamıyla mükemmel biriyim. Nasıl deniyor sözlükte "Eksiksiz, kusursuz, tam, yetkin, şahane".
Ama hangi konuda? Pek tabii kendime eziyet etmede, bu alanda rakip tanımam. İnsanın en büyük düşmanı kendisiymiş. İnanıyorum.

27 Nisan 2010 Salı

Hiç değişmeyecek. Yarınki sunu en erken bu gece hazırlanabilir. Ve işe ilk önce uygun tasarım şablonu seçilmekle başlanır. Aaaaa pardon sunu için ilk yapılan şey tema değil, elbise ve ayakkabı işi ayarlamak. Nitekim en önce halledilen mevzu o. Hep söylemişimdir kıyafet ve ayakkabı işi tamamsa gerisi teferruattır.

14 Nisan 2010 Çarşamba

Absolute Zero


Bir gün bir bar falan açarsam adını mutlak sıfır dediğimiz Absolute Zero koymaya karar vermiştim. Bu mutlak sıfır öyle bir soğuk öyle bir soğuktur ki, ısısı olmayan sıcaklık da diyebiliriz bir bakıma. ÇEkirdeğin etrafındaki elektronlar hiç bir sıcaklık enerjisi olmadığından dönmeyi bırakıp maddeden düşüveriyorlarmış. Madde dediğimiz şey de hareketsiz kalıyormuş. Kimya dersindeyken bu durum beni oldukça etkilemişti. -273 C˚= 0 Kelvin. Herneyse. Dün 6-9 arası grafik tasarım öğrencilerin uygulama sınavına gözetmen olarak katıldım. Önce çok sinirlendim. Çok gereksiz bir gözetmenlikti ve sırf çalıştırılmak için çalıştırılıyordum. Sonra dedim ki zamanın keyfini çıkarmak neden bu kadar zor senin için. Açtım bi bilgisayarı ve ilerde açabilme ihtimalim olan bar için bardak altlığı tasarladım. Bir nal yaptım, 3 nalla bir ata ihtiyacım var yani.

12 Nisan 2010 Pazartesi


Yahu ben biraz daha büyüdüm bugün... Haklı olmaktan vazgeçerek...

A little conversation:

-Yes you are absolutely right.

-So what??

Sen istersen totonu kır, eee yani??

Haklılığını ispat etmek alıyorsa zamanının büyük bir bölümünü

Ve bu savaş hiçbirşeyi değiştirmiyorsa,

bırak peşini.

E biliyordun böyle olduğunu da niye debeleniyordun?

E anca büyüdü ablası, sırayla, zamanla, sindirerek.

Maşallah 32,

42'de de haksızlığını kabullenirsin

tam olursun

tadından yenmez senin :)

8 Nisan 2010 Perşembe


Biryerlere gitmeyi bekleyerek geçiyor günler. 1,5 ay önce Antakyaya bilet aldım, okuldaki takvime hergün bir çarpı atıyorum hapishanedeymişim gibi. Bir gün unutursam ertesi gün 2 çarpı attığımda çocuklar gibi seviniyorum.

4 Nisan 2010 Pazar


Zaman, tıpkı toprak gibi herşeyin üstünü örtse de altında neler yattığını hep bileceğiz.
Evet tüm organik maddelerin doğada bir ömrü var, eninde sonunda toprağa karışıyor en inatçı madde bile. Ama yaşadıkça ve bildikçe neyin nereye karıştığını, unutabilecek miyiz? Zaten belki de unutmamak ama usulca karıştırmak gerek her hatırayı, öyle güzel bir zamana gömmek gerek. Huzuru ancak yerli yerince gömülmüş anılar zamansızca çıkmadığında, çıkarılmak için seçilmeyi beklediğinde bulabileceğiz.

30 Mart 2010 Salı

Çok yorgunum, çok yoğunum, çok sıkıldım. Neden? Neden üzerime aldığım işi en iyi şekilde yapmak zorundaym, neden başarısız olmak korkusuyla başedemiyorum? Neden başarıya bunca anlam yüklemek, neden hep ayakta ve dik olma mücadelesi? Ve son olarak
neden "benim adım Hıdır, elimden gelen budur" diyemiyorum. Ha bi bok muyum, o da değil.
Hergün havaalanının dibinden geçiyorum, sabah ve akşam, arabanın üstünden her gün en az 2-3 uçak geçiyor. Onca uçak korkuma rağmen, okula giden arabada değil de antakya'ya giden uçakta olmak istiyorum.
En zevkli dersim grafik ama gerçekten de kaldırabileceğimden ağır yük aldığımı hissediyorum, doktora döneminden daha yoğun geçiyor günlerim, yuh artık diyorum yaaaaa.

20 Mart 2010 Cumartesi

İcat edilmesini istediğim yegane teknoloji: zaman makinesi

Neden herşey çocukken daha güzeldi? Annem daha genç babamın saçları daha kıvırcık, gözleri daha yeşil ve ben daha mutluydum. Yalan söyleyince de kızarırdım üstelik. Herbişey kabuk bağladı, herşeyin üstü kalın bir toprakla örtüldü sanki.................

18 Mart 2010 Perşembe

Odunum ben

Evet haftada 27 saat derse giriyorum, evet fiziksel olarak bitmiş durumdayım, ve evet öğrencilerin bir kısmı yüksek oranda zihinsel engelli gibi davranıyor. Ama bunların hiçbiri, hiç haketmeyen bir öğrencinin kalbini kırmama neden olamaz.
Birikti, birikti, birikti, haftanın başından beri 187. kez aynı soru ile karşılaşınca "DAHA ÖNCE ÖĞRETTİM YA" diye o nemrut suratımla höykürdüm kıza. Üstelik de her nasıl oluyorsa etrafta binlerce yüzsüz, laçka, saygısız ve beyinsiz dururken gidip en mazum, en sessiz, en gurulu ve en gayretlisini bul. Ama bu ilk değil. Tez uygulamasında da benzer bir olay yaşadım. Sonra da kahroluyorum, uzun süre kendime gelemiyorum. Hadi bu vicdan bana müstehak ama onun hiç günahı yoktu....Ben her zaman olduğu gibi bu konuyu genellemeye, tekerrürden teorem yaratmaya meyilliyim. Ama ortadaki gerçek yadsınamaz, hayat bütün haksızlıkları haketmeyenlere yapmaya and içmiş sanki ben ne yapayım :((




13 Mart 2010 Cumartesi

Evirip çevirme hiç. Evi temizlemen lazım. NEFRET, YORGUNLUK.
Çocukken akşam yine yatacağım diyerek yatağımı toplamak istemezdim, saçmaydı çünkü. Ama bu temizlik işi birikimli bişey, nasıl olsa kirlenecek desende, giderek daha da çok kirlendiğini görüyorsun.

6 Mart 2010 Cumartesi

İliklerime işlemiş pesimizm. Nasıl kurtulacağımın planlarını yapıyorum. İlk şıkta spora başlamak var. Malum, böbrek üstü salgılarını arttırmaya birebir. Yok yahu beyinde salgılanıyordu bu hormon. Herneyse hareketsiz oturmak sanırım kötümser yapıyor beni.

5 Mart 2010 Cuma

Tam anlamıyla kuşatılmış hissediyorum. Hani nutukta vardır ya; "memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir" der. İşte öylece istemediğim bir hayatın içine ansızın sürüklenmişim sanki. Akıntıya kapılıp gidiyorum ama boğulmaktan kurtulmak için bir kütük aramıyorum. Tümden bu sudan çıkmak için tutunacak bir dal bakıyorum. Bulamıyorum...Çocukken kurduğum büyüklük hayalleri nasıl benzemiyorsa bugüne, bugünkü hayallerim yarınıma benzemezse diye korkuyorum.
Korktuğumu hiç belli etmeden yaşıyorum. Mezarlıktan geçerken bağır çağır şarkı söyler gibi, ıssız sokaktan ürküp caddeye koşar gibi.

26 Şubat 2010 Cuma


Herşeyi hemen yapasım var.

1) Çok iyi photoshop öğrenmek, zaman gerektiriyor ama bu grafik programlara bayılıyorum.

2) Post-hoc için 5-6 ay yurtdışı

3) İş değişikliği

4) Çocuk

Bütün bunlar ne aynı anda oluyor ne de birbiri ardına, lineer değil de başka türlü bir organizayon gerektiriyorlar. Bilgi ve becerilerim bu organizayonu yapabilecek güçte mi bilmiyorum.

22 Şubat 2010 Pazartesi

Grafik


Offfff bu dönem o kadar yoğun ki iki satır yazacak ara bulamıyorum. Elbetteki 1-2 saat aram oluyor ama o aramın yazma ve anlatma, dönüp kendime bakma isteği olduğu zamana denk geliyor olması gerek. O kadar birikti ki herşey. Bir yandan hayat akıp gidiyor, yazılmazsa birikenler, hiç yaşanmamışçasına kayboluyorlar.
yoğunluğumun en önemli sebeplerinden biri de Yıldız Teknik'te Grafik ve Canlandırma dersine gidiyor olmam. Her ders öncesi hazırlık yapmak zorundayım, Photoshop'a süper hakim değilim, bilgilerim öğretmeye yetecek biçimde organize değil, bunun yanı sıra verdikleri asistan pek bi kendinden emin ve kibirli, bir de bana ismimle hitap ediyor. Hoca muhabbeti yapsın istemem elbette ama ben kimseye ilk akşamdan ismiyle hitap etmem, zira hala siz diyorum ama mesaj alınmadı. amaaan binlerce şey işte. Herşey bir yana iş yükü ne çok olursa olsun grafik dersini sevdim, hevesle hazırlanıyorum.

3 Şubat 2010 Çarşamba

şinitzel


Büyümen gerek, yaşça değil belki başka bişey.
Sen çiğ bir tavuksun,
et çekiciyle dövülmüş.
lezzetli bir şinitzel olasın diye
galeta ununa bulanıp
kızgın tavaya atılman gerek.
İyi de bu oyunda galeta unu niye ben oluyorum,
niye bana bulanıyorsun?
niye sen leziz olucan diye ilk benim tenim değiyor kızgın tavaya?
Sen güzelleşirken, öğrenirken, pişerken, tatlanırken...
benim, benim canım yanıyor.
Belki de ben olurken başkası yandı diye
ben yanarken sen oluyorsun.

1 Şubat 2010 Pazartesi

Hani yeri gelir Ahmet Kaya dinlemek gerekir ya, işte öyle bir zamandayım. Tarih ocağın sonu, kışınsa tam ortası, bendeki gibi belkide. Zira kışa yeni girmekte olan bir ömrü iade etmek geçer gönlümden.

28 Ocak 2010 Perşembe

Hiçkimseden değil,
Hiçbirşeyden değil,
Yanlızca ve sadece,
kendimden nefret ediyorum.
Bu nefreti hak ediyorum...

26 Ocak 2010 Salı

Biz kardeştik, yüzümüze tükürsek döner barışırdık. Elin kızı, elin oğlu girince araya herkes kendi yanındakinin ağzına bakar olmuş. Yılbaşında "patavatsız" dedi bana sevgili abim. Durup dururken. nooldu dedim. Yok öyle işte sen patavatsızsın dedi. Öyle bile olsam beni eleştirmeye çalışmaz olduğu gibi kabul ederdi. Anladım ki bakışlarından artık o sadece o değil karısı ve onun düşünceleriyle birlikte o olmuş. Artık beni iyi ve kötü sıfatlarımla birlikte kabul edemezler. Herşey bir yana, bu etrafa verdiğim farfarı, cart curt konuşan, sert görünümlü imajım (ki imaj değil, nasılsam öyle davranıyorum) sayesinde kırılmam sanıyorlar. Her bir ince şeye inceden inceye nasıl kırıldığımı nereden bilecekler. Kırıla kırıla içimdeki iplerin nasıl da koptuğunu. Sanki benim yanımdaki bana dost mu? O da hiç çekinmeden zehirli dilini bir çırpıda çıkarıp sokuverir. Deyivermez bu kez yutayımda üzülmesin. Haklı olsam da susayım kapatayım da üzülmesin. Duvarlarımı ördürdüler bana, kimsem yokmuş gibi yaşayacağım. Tek bana, hep bana sarılacağım. Yanlızlıktan korkmayacağım. Ya da kendi kabuğumda yaşayamazsam kırılmamayı öğreneceğim, kulaklarımı sağır, gözlerimi kör etmeyi öğreneceğim. Ya öyle olacak ya da böyle.

20 Ocak 2010 Çarşamba

Sevgisizliğe adanmış ömürler görüyorum...Üzülüyorum.

15 Ocak 2010 Cuma

Alışırken bir yandan, sevmeye çalışırken hiç değilse...
Ucu ankarada kalan ilmeğin
Boğazımda duran düğümlerini çözmeye çalışıyorum.
Kuru bir bozkır bu kadar mı özlenir?
Aslında özlenen bozkır değil de içindekiler midir?

13 Ocak 2010 Çarşamba


Sabah işe gitmek için vakitlice uyanabilmişim, trafik açık, radyoda en sevdiğim şarkılardan biri çıkıvermiş, ses düğmesinin kulağını hafiften kıvırıvermişim. Mutlu olmak için yetmez mi? Arttı bile sabah sabah. bu kadar basitse mutluluk, bu kadar zorlama niye. Radyoda sevdiğin şarkının ansızın çıkabilme ihtimali ne güzel. Kocaman bir gülümsemeyle geldim Floryaya kadar, vaktinde de yetiştim.
Radyodaki şarkı mı?

ne söylesen ne beklesen
yaradandan ya da kaderinden
ele gecmez istediğin
uğruna savaş vermediysen

Not: Şimdi şöyle bişey ki bu şarkı çokça miktarda hayatımı anlatıyor. Bazen düşünüyorum, Allah insanları yaratıyor, diyor ki herkes aynı olmaz, bunların bir kısmı kolay kolay yaşasın, bir kısmının da sırtına yüklerim, taşır nasıl olsa. Hem bir çeşit sınav ya bu dünya, dengeyi debu şekilde kurmuş oluruz; kolaycılar bunu farkedip zorculara destek atacaklar mı? zorcular da kolaycılara bakıp hayata isyan etmek yerine bunun mutluluğunu yaşayabilecekler mi?
Sadece düşünüyorumm; acaba mı? Ya da böyle bişey yok da hayatı zor zannedenler bir tür algı yanılsamasındalar mı? Kendileri mi zorlaştırıyor her el attıklarını, fazla mı önemsiyorlar yalan dünyayı? Ya da bunlar kontrolleri dışında kalacak olaylara fazla mı tahammülsüz de hep bi herşeyi bilme ve yönetme peşindeler. Herşey mümkün, belki de
a) hepsi
b) hiçbiri
c) 1 ve 3
????

8 Ocak 2010 Cuma

Hiçbişey yapasım yok. Yok allah yok. Eve gidesim var. Al sana 32. yaş sendromu.
Dün Onur'a dedim ki; saklayalım mı?
Neyi dedi?
32 yi dedim, aramızda kalsın mı?
Aile sırrımız olsun senlen benim.
Hiçkimseye söylemeyelim.
Yok illede sorarlarsa,
birbirimizin gözlerine bakıp,
başka mevzular açarız,
olur olmadık güleriz ya da.

6 Ocak 2010 Çarşamba



Kafam çok karışık, ne yapmam gerektiğine bir türlü karar veremiyorum. Hayat bir stratejiler dizisi mi? Ya da daha iyi yaşamak için bir yol bulma arayışları malesef stratejik olmayı mı gerektiriyor. Her halukarda bişeyler yapmalıyım. Burası beni yutmadan ben onu yutmalıyım. Yazı yazmayı çok sevmem derim her fırsatta ama sanırım bu kendime yönelik yanlış bir yargı çünkü bu tür durumlarda ilk aklıma gelen şey kalem kağıt, yazılı planlar, yapılacaklar listesi, düzene ve sıraya koymalar, gerçekleşenlere çek atmalar vs. Kafamı toparlamak için sırasıyla blog yazıyorum, ardından kalemle "to do" list yapıp sonrada motivasyon desteği sağlamak için çikolatalı gofret, türk kahvesi (burada bulamıyorum, neskafeyle idare etmece) ve action! Şimdiki mevzu bu kadar kolay değil çünkü en önemli aşama olan karar verme aşamalarını tamamlamadım. Bişeyler yapmalıyım, etraftaki niteliksiz insanları gördükçe neden harcanayım diyorum, neden? Bunca emek neden boşa gitsin. Artı sadece emek değil, zeka ve genetik faktörler de (bu konuda tevazu gösteremeyeceğim, kendimi üst-orta zeka sınıfına yerleştirdim.). Belki işe yarar diye aklıma bir "question tree" oluşturma fikri geldi. Bir dönem hastalık hastasıydım, "Evimizdeki Doktor" isimli bir kitap vardı ve bu sistemle işliyordu: elinizdeki ağrı bileğinize kadar uzanıyor mu? (Evet, hayır), evetse uzandığı yere kadar birkaç seçenekli cevap, yok g.tüme kadar uzanıyor diyorsanız derhal doktora başvurun vs :)) Genelde benim orama kadar uzanırdı ama son aşama olan doktora gitme işini yapmazdım. Herneyse nerden geldiysem buraya. İşte bu kitaptan beridir her sorunu bu metodla çözmeye çalışıyorum. Şimdi efendim asıl meseleye dönecek olursak tam da question tree olmasa da bir soru ve olası çözüm listesi oluşturmanın hem alternatifleri görmek hem de ne yapılacağına karar vermede somutlaştırma aşamasında yardımcı olacağını düşünüyorum. Sorular:

1) Akademik yükselme için bişeyler yapmak istiyor musun? (Evetse bk. doçentlik kriterleri, hayırsa sistemden çıkış için tıklayınız)
2) Temel amaç mutlu olmaksa rahat bir yaşantıya ihtiyaç var ve dolayısıyla paraya. (İstanbul'da beyaz yakalılar dahil olmak üzere sermaye sahibi olmayan hiçkimse rahat yani konforlu yaşayamaz.) Paraya sahip olmak maaşlı bir düzenekle pek mümkün görünmüyor, girişimci mi olmalı ne?
2.a) 1. soruya evet cevabı verdiyseniz 2. soruyu atlayınız, zira akademik çalışma para
getirmez.
2.b) Rahat ve konforlu yaşam için para koşulu taşra için geçerli değil, mevcut halde taşrada
iyi bir yaşantı sürdürülebilir. Dikkate alınası bir seçenek, üstelik uzun yaşam opsiyonu
da sözkonusu.
2.c) 1. soruya hem evet cevabı verip 2. soruyu da atlayamıyorsanız ikisini bir arada yapmanın yolları var mı? Olası cevap 1: Danışmanlık vs gibi ek işler yapmak mümkün ve bu da girişimcilik ve tanınmışlık gerektiriyor. Ancak bu cevap kabul edildiğinde ne zaman çocuk yapılacak? sorusu gündeme geliyor.
Offffffffffff her soru bir cevap gerektirirken verilen her cevap yeni bir soru doğuruyor.
zzzzzzzzzzzzzzzzzttttttttt bipbip... algoritma sonsuz döngüye girdi. Döngüden çıkmak için yeni koşul yazılmalı!!!
Fatal eror, restart again!

Not: Ben bu cehenneme nerden düştüm?

5 Ocak 2010 Salı

emre kızılkaya'nın avatar filmi eleştirisine bayıldım. Yaw akıllı adamları gördükçe seviniyorum. bu adam sağlam...

http://www.hurriyet.com.tr/dunya/13386148.asp?gid=229

Hesse'yi seviyorum

SİSTE
gariptir, siste yürümek!
yalnızdır her çalı ve taş,
hicbir ağaç diğerini görmez,
herkes yalnızdır

dostlarla doluydu dünyam,
henüz yaşamım aydınlıkken;
ama sis çöktüğünde,
herkes görünmez oldu.

kaçınılması mümkün olmayan
ve sessizce herkesten onu ayıran karanlığı,
tanımayan hiçkimse,
gerçekten bilge değildir.

gariptir, siste yürümek!
yaşam yalnızlıktır.
hiçbir insan diğerini tanımaz.
herkes yalnızdır.
Herman Hesse

4 Ocak 2010 Pazartesi

İyi bi başlangıç



1 ocak 2010'da uzun zamandır istediğim ama bir türlü yapamadığım birşeyi çok güzel bir fırsat yakalayarak gerçekleştirdim. Ömerli'de bir at çifliğine gittik, ata bindim, süper ötesiydi, ama böyle bir seferle asla olmaz. Başkasının ipini tuttuğu ata binmek bir yere kadar, dizginleri ele almak doğustan gelen bir tutku olmuştur bende. . Bu kimi zaman başarıyı getirse de herzaman iyi şeyler yaşattığını söyleyemeyeceğim bir özelliğim ama yine de at konusunda kendi dizginimi kendim tutmayı isterim. İmkanım olsa her hafta gitmek istiyorum hatta daha çok imkanım olsa bir atım olsun istiyorum. Ders veren seyis sordu daha önce kaç kez bindiniz diye. Bir hayvanat bahçesi gezisi sırasında ponny'e binmiştim ama yavaş ve sakin bir turdu, bir sefer de köy yerinde misafir kızın gönlünü yapmaya uğraşan pembe yanaklı, kızıl kıvırcık saçlı emine isimli bir kızın atına binmiştim ama o da düşüp biyerimi kırmamdan ve annemlere mahçup olmaktan korktuğundan birkaç adım gezdirmişti sadece.

Atın koşması beni o kadar heyecanlandırdı ki ellerimi sımsıkı eğere dayamışım, indiğimde iki elimde de derin bir yara vardı. ama bu beni soğutmadı, acemiliktir dedim. Onur bır bır konuştu, ne gerek vardı bak elin yara oldu falan diye ama o atın üstündeyken ne hissettiğimi nereden bilecek, güzel şeyler için bedel ödenmesi gerektiğini ne zaman anlayacak? Vermeden almanın mümkün olmadığını, vermenin aldığın şeyi çok daha kıymetli kıldığını ya da..

2022'ye not

 2022'de aldığım en güzel karar "hayatıma giren herkese kapıyı çıplak açmamak" oldu.