29 Aralık 2009 Salı

Yeni yıl


Yeni yılda yeni bir bilgisayarım ve accaip beğendiğim bir duvar kağıdım var. Bu acaba önümüzdeki yıl hep bilgisayarda çalışacağım demek mi oluyor :) Olsun duvar kağıdım pek bi afilli. Bu arka planda hergün çalışılır.
Herşey bir yana bu yıl yeni yıl havasına girmedim, belki de yeniliklerin yeni yıldan evvel başlamasındandır. Bu yıl kendimden çok sevdiklerimin yaşamıyla ilgili dileklerim var nedense. Geçen sene biçok şey atlattım, bu yıl da bişeyler istemek açgözlülük olurdu. 2010, ailemin ve dostlarımın yılı olsun..........................

Etrafınfa mutluluğunu, sıkıntı, sevgini, başarını, başarısızlığını, geçmişini ve geleceğini paylaşabileceğin kimse yoksa eğer belki de dönüp quantum fiziğine bakmalısın. Kimbilir belki de yoksundur aslında.

22 Aralık 2009 Salı

Nihayet beklenen oldu ve İstanbul’a yerleşme işlerim tamamlandı. Henüz evde milyonlarca eksik ve yapılması gereken yerleştirme işleri olmasına rağmen bir şekilde içinde yaşıyorum. Ama yerleşsem ne olacak ki? Bu evde kalacağımız kesinleşmedi. İkametimizi değiştirmemiz soz konusu, belirsiz bir tarihte üstelik. Gerçi benim kafama göre minimum haziran 2010’a kadar bu evde görünüyoruz. (İlk kez 2010 yazdım, ikinin ardından iki sıfır atma geleneğinin sona erdiği sene olur kendisi. Bu yüzden herkes birazcık zorlanacak 2010 yazarken ama yılların geçip gitmesine keşke yanlızca sayıları yazdığımız kadar zorlansak.) Ama 6 ay bile benim için kısa bir süre, “yerleşmesem de olur” süresi hatta. Herneyse gelelim iş-güç mevzuuna. Çalışma koşullarım malesef çok kötü diye başlamak yetmeyecektir anlatmaya. Bu satırları bir kalem yardımı ile kağıda yazıyorum. Neden? Henüz okulda bana bir bilgisayar vermediler de ondan. Gerçi daha 2. günüm ama.. Diğer insanlara verdiklerini gördükten sonra onların vereceği bilgisayarı almamaya karar verdim. Evden getirdiğim emektar laptop’ım ise saçma bir driver yüklemesi sonucu açılmamaya baladı. (sabah saat 9 da bilgisayarsız kaldım yani) Açılmamakla kalsa iyi power düğmesine basar basmaz tiz bir siren sesi eşliğinde ortalığı velveleye veriyor. Odadaki diğer insanları rahatsız etmemek için neden bozulduğunu anlamaya çalışmak için denemelerde bile bulunamıyorum. Dönelim başa, çalışma koşullarım diyordum. Hacettepe’den sonra “Aydın” üniversitesine geçmek attan inip eşşeğe binmekten kötü olacaktı, biliyordum ve bekliyordum bunu ama daha ayrıntılı olsun diye maddeliyorum.
a) odada ısıtıcı türü alet kullanmak yasak (ketıl, elek. soba vs.)
b) oda soğuk, üşüyorum.
c) 7:45- 17:30 mesai
d) Kart basılıp giriliyor ve geç geldiğin her dakika ay sonu toplanıp maaşından kesiliyor.
e) 2. öğretim derslerine girdiğinde mesai alamayacaksın ama o kadar saat gündüz gelmeme hakkın olacak diye konuşup anlaşmıştık. Öğrendim ki öyle veya böyle gündüz gelmezsen maaşından kesiliyormuş. Bir çeşit kandırmaca yani.
f) Büyük de olsa 4 kişilik odaya 5. oldum.
g) İşten-eve, evde-işe minimum 1 saatte gidebiliyorum ve her iki tarafta da park yeri bulmak imkansıza yakın derecede zor.
h) Burada kendine zaman ayırıp akademik çalışma yapmanın zorluğundan bahsediyor herkes.
i) Msn, facebook, gmail, hotmail, yahoo yasak. Bu aynı zamanda blogumu bile evde yazabileceğim anlamına geliyor.

Tüm bunlara rağmen bazı iyi haberler de yok değil. Dekan bana bi güzellik yapıp gece dersi koydurmamış ve ders saatimi 24’ten 20’ye indirmiş. Tek çeşit bilgisayar dersi verdirerek de içerik hazırlama yükümü hafifletmiş. Böylelikle daha çabuk adapte olursun dedi. Bana karşı son derece kibar.
İlk gün ard arda bu şokları yaşarken hep dedim ki pozitif ol, önemli değil, elbetteki farjlı bir yer burası. Hatta dekan (kendisi kimya profesörü olur); insan +n derece de de ¬–n derecede de yaşayabilir, alışacaksın, alışır insanoğlu diye motivasyon desteği verdi. En son dün akşam eve döndüğümde öyle veya böyle İstanbul’a gelir gelmez fena da olmayan bir maaşla işe hemen girdiğine sevinebilirsin örneğin dedim kendime. Diğer alternatifleri değerlendirmek için bir basamak olarak kullanabilirsin burayı dedim. Ya da belki de buradaki şartlarını gelecek yıl düzeltme girişiminde bulunabilirsin vs.
Ankara’ya ait herşeyi çok özlüyorum. Arçeliği aradım ocağı taksınlar diye, sistemlerinde ballıbaba sok. Ankara adresi kayıtlıymış, yemek yemek için KFC’yi aradım, orada da aynı adres kayıtllıymış. Bir dizi adres güncellemesi yaptım. İçim buruldu ansızın. Ama en çok da okuldaki Türk kahvesi zamanlarımızı (Vildan-Selay-Turgay ile birlikte), beytepenin baharını, dışarda oturmalarımızı özleyeceğim. Hiçbirinin tekrarı olmayacak. Diyelim bir gün ziyarete gittim ve birlikte kahve içtik. Yine de ne ben o Gonca ne onlar aynı insanlar olacaklar. Kimbilir ben İstanbul mikrobunu kapmış ve biraz daha yaşlanmış ve farklılaşmış olacağım, kimbilir onların hayatına giren çıkan yeni insanlar, geride bırakmışlıklar olacak. Bunların hepsinden daha da acısı bu senaryoyu hayat hep tekrar edecek, hep farklılaşacak hep başkalaşacağız. Malesef ve yeniden toprağa dönüşene dek.

13 Aralık 2009 Pazar

96 falandı. Maslak kız yurdunun odasında gece fena halde sıkılmış, birbirinden tamamen farklı dört kız, bir ortak nokta bulup konuşmaya çalışıyorduk. Herkes için herşey çok yeniydi; şehir, okul, arkadaşlar, yaşam şekli (yurt). Laf olsun diye sormuştum (genelde sorduğum bir sourudur): bir ölüm şekli seçmek zorunda olsanız, hangisi? diye. Cevaplar bir ölüm şekli seçmek değil de bir ölmeyiş şekli seçmek üzerine oluştu. Herkes nasıl ölmek istediğini değil de nasıl ölmemek istediğini anlatıyordu. Ezilmekten korkanlar, yanmak istemeyenler, boğulmayayım da nasıl olursa olsun diyenler. Ben ne bir ölüş ne de ölmeyiş şekli seçememiştim kendime. Ama bugün düşünüyorum da, eğer mecbursam bir şekilde ölmeye, yemek yemekten patlayarak ölmeyi tercih ederdim. Şuan nefes darlığı çekiyorum, genişleyen midem kalbime dayandı resmen, soluk alamıyorum. Yine de mutsuz değilim. Mutlu mutlu ölürüm işte.

6 Aralık 2009 Pazar

Kimbilir yalnızlığı kadınlar kadar
Karlı dağların en yüksek tepeleri mi?
Terkedilmiş şehirlerin caddeleri mi?
Gökyüzünün yıldızsız geceleri mi?
Ümit Yaşar Oğuzcan

3 Aralık 2009 Perşembe


Vapurdan atılacak bir parça simit umuduna, karşıyakaya kadar kanat çırpan martılar nasıl boşa yaşanmış saymıyorsa ömrünü, ben de boşa geçmiş saymıyorum yıllarımı.

Yine rüyalar

Bu seferki çok ilginç ama. Daha doğrusu ben çok etkilendim, hala düşünmekteyim. Rüyadan çok bu kadar saçmalığı bir arada nasıl zırvalayabildiğimi.

Rüyamda "Bobo" isimli bir kitap okuduğumu gördüm. Bobo Fransızcada "öteki" anlamına geliyormuş. Kitap beni çok etkiliyormuş, anlata anlata bitiremiyormuşum. Sonra Yüksek Lisans derslerinin birinde bu kitaptan sınava giriyormuşum.
Soru şu: "Kitaptan bir pasaj"
"Yukarıdaki pasajda fark yaratacak ikilik hissi veren şey nedir? Bu ikilik hissini açıklayın. Örneğin "şeker" kelimesi keşfedilmeye değer hissi vermektedir.
Sabah uyandığımda bu soru üzerine düşünüyordum. Yahu dedim Bobo'da ikilik hissi veren şey neydi acaba? Ayrıca şeker neden keşfedilmeye değer?
Anladım ki kafam çok karışık. Aradım internette, bobo isimli birkaç çocuk kitabı var. Üstelik Fransızca'da öyle bir kelime de yokmuş..........

19 Kasım 2009 Perşembe

Para gördüm rüyamda, deste deste paralar.
Allah kahretsin bu paraları.
Arka bahçeye gömdüm hepsini.

Sonra alıp çıkmışım bavulumu,
dolara değil de yoncaya yeşil denen bir yere doğru.
Varamadan uyanmışım,
yoksa rüyaya açarken gözlerimi
hayata mı kapamışım.

Hayat hayat diyerek garip bir uykuya mı dalmışım.
Hayattan uyanıp da rüyaya mı kalkmışım.

Nolurdu gözümde küçülmek için bu kadar kasıtlı davranmasaydın.
Nolurdu dev kadar cüssenle bit kadar basit olmasaydın.
Nolurdu bazen de susmayı öğrenseydin.
Zerre kadar ne hissettiğimi önemseseydin o dilini kıvırır gırtlağına geri sokardın.
Neyse ki hidayete mi eriyorum nedir,
Islah olmanı diliyorum Allahtan, öfke kusmak yerine.

7 Kasım 2009 Cumartesi

Bir kez de yenilsen ne olur...Dünyanın ne sonu ne de başısın, bir kez de sen yenil.

Söz vermiştim kendime...Ama öyle zor bir dönemdeyim ki tutamıyorum. Oysaki bu sözlerin tam da bu dönemlerde bir anlamı vardı. Yüksek kaygılara izin vermeyecektim, dipsiz kuyulara atlamak yerine durup düşünecektim. Nefes alacak ve nefes almanın ne kıymetli bişey olduğunu hatırlayacaktım. Ama ne oldu, elbetteki kaygı tavan yaptı, kusma isteği geldi boğazıma oturdu. Artık bu işkence bitsin istiyorum, ne olacağım belli olsun istiyorum. Araf diye bir yer vardır, ruhların arada kaldığı ne cehenneme ne de cennete gittikleri. İşte oradayım ben, bekliyorum, hesabımın sonucunu bekliyorum. Bunca yıldan sonra, 31 seneden sonra, daha kararlı, daha güçlü, daha dik olmayı dilerdim. Sandığımdan daha çürükmüşüm. Bu ezikliğim, bu sık sık kendimi kimsesiz hissedişim öldürüyor beni. Çok çaresiz hissediyorum, hele ki gecenin geç saatiyse iyice düğümleniyor tüm duygular.

1 Kasım 2009 Pazar


Oooooof offfffffffffffff. ÖSS'ye giresim var. Bu bilgisayar öğretim teknoloji zımbırtısının doktorasını bile yaptım, b.kunu çıkardım yani. Sanki şimdi yeni şeyler öğrenmek lazım. Ya da yeni şeyler YAPMAK, öğrenmeyi burada kesmek lazım. Hatta öyle ki, şimdi, öğrenmemeyi öğrenmek lazım.
29 Ekim dolayısıyla Maraş'a kız kardeşimin yanına gitmiştim, döndüm. Biraz utanç var içimde. Beni iyi ağırlamak için elinden gelen herşeyi yapıyor benim güzel kardeşim. Ama onun cadaloz ablası ne kadir kıymet bilir ne misafirperverlikten nasibini almıştır. Üstelik de sağlık problemleri nedeniyle her Ankara ziyaretini burnundan getiririm onun. Her zaman yapacak önemli işlerim vardır ve vaktim çok azdır. İlgilenemem ve ilgilenmemenin verdiği vicdan azabını da onun canından çıkartırım. Ota boka bağırırım, emirler yağdırırım. Bulaşıklara kızarım. Her halinden bellidir benden çekindiği, hiçbir eşyama dokunmaz ve mutlaka izin alarak kullanır. Hatta bir keresinde toplam 1 yaşında olan kızının kulağına sessizce "Bak ama bunlar Teyzenin, sakın dokunma yoksa bize kızar" diye fısıldarken yakaladım. Daha da iğrenci bu tutuma hiiiiç tepki göstermedim. Tabi ya tembihlesin dedim içimden, ortalığı dağıtmasın. Düşündükçe kendimden nefret ediyorum. Her Maraş'a gittiğimde ikimiz arasındaki farkı hatırlar utanırım ama hiç birşeyi değiştirmeye kalkmam. Birazcık bile fadakarlık yapmam. Ablasıyım ya, ezerim geçerim dozer gibi. Ha bir de hiç utanmadan, kapı arkasından kocasını şikayet eder her fırsatta laf sokarım. Sinameki olmaktan öteye gitmeyen kusurlarını abartarak üstelik. Yok, yok neresinden tutsam rezillik. Benim kabahatlerim bir değil iki değil. Bişey yapmalı!

28 Ekim 2009 Çarşamba


Hiç birşey yapmak istemiyorum, hem de hiç birşey. Ne okuldaki odamı toparlamaya başlamak, ne bitirdiğim tezden bir makale çıkarmaya çalışmak, ne Tübitak proje sonuç raporunu yazmak ne de iş bulmak için başvurularda bulunmak..............................................................İÇİM TÜKENDİ. Kendimi hiçliğin kollarına bırakmak istiyorum. Ne de Onur'un beni anlamasını beklemek. Kabul ediyorum, her konuda sen haklısın.

27 Ekim 2009 Salı

Kitap beğenemiyorum ben, hele ki klişe bir giriş yapılmışsa kitaba, hemen fırlatıp atıyorum. Bir yandan da o kadar çok yazar diye geçinen insan var ki etrafta... Benim için iki önemli kriter var: birincisi, içeriği gerçekten beni sarsacak, önyargılarımı altüst edecek ve farklı bir algı katacak türde olmalı ikincisi ise bu içerik mükemmel bir anlatım dili ile aktarılacak. Herkes için de böyledir sanırım.

Bu aralar "Olasılıksız" diye bir kitap okuyorum. Dili süper değil ama içeriği mükemmel diyebilirim. Çok beğendim, şiddetle tavsiye ediyorum. Kitabın ortalarında "Eyvah! Dan Brown özentisi mi bu?" diyecek oluyorsunuz ama hemen toparlıyor.

19 Ekim 2009 Pazartesi

İletişimin bu kadar kolay olmadığı bir çağda yaşamalıydım.
İnsanlar birbirlerine gerçekten değer vermeli, birlikte olmanın bir anlamı olmalıydı.
Feysbuk, sms, e-mail işi arkadaşlık olmamalıydı mesela.
Uzaktaysa mektup yazmalı,
Yakındaysa çat kapı çıkıp gelmeliydiler.

18 Ekim 2009 Pazar

Cuma akşam Selay'ların yeni yuvasına davetliydik. Blogumu okurken 19 Eylül 2007 tarihinde önümüzdeki iki yıl içinde evli ve çocuklu olmayı planlıyorum türünden bir yazı yazdığımı gördüm ve Selay'da "Bende bendeee" diye bi yorum atmış. O da, ben de muradımıza erdik mi denir nasıl denir? işte ondan. Çok cici bi evleri olmuş, tatlı tatlı tepişirler içinde inşallah.

17 Ekim 2009 Cumartesi

Saçma sapan şeyleri merak ediyorum. Dizinin gelecek bölümünde yan karakterlerden biri ölecek mi? Hikayenin sonu nasıl bitecek, acaba esas kızla esas oğlan barışacak mı? Aralarındaki yanlış anlama ne zaman gün ışığına çıkacak? Utanıyorum ulan kendimden. Tam anlamıyla dizi fanatiği oldum. Usul usul izliyorum kanepede oturduğum yerden, ekrandaki hayatı yaşıyorum içimden, yapayanlız bir hayatı olunca insanın, ailesi zannediyor televizyonu. Bu bomboş ve hiç bir işe yaramayan faaliyete ne zaman son vereceğim, şimdi de onu merak ediyorum...

13 Ekim 2009 Salı

Çok huzursuzum, ne gece uyuyabiliyorum ne de sabah kalkabiliyorum. Üstüne bir de bitmek bilmeyen bir mide bozukluğu var, yediklerim tatsız tuzsuz geliyor. Neden acaba tüm sıkıntıları geride bırakmışken (doktora tezi, evlilik zımbırtısı) rahatlayamadım. Kısacası yorgun ve huzursuzum.

6 Ekim 2009 Salı

Bu kadar uzun aradan sonra olanları bir bir anlatmam gerekir aslında ya da bu kadar önemli kavşağı atlatmış ve kısa sürede medeni hal ve akademik değişimi yaşamış olmanın hissettirdiklerini paylaşmam gerekir ama geçip gittikten sonra yani o an değilse şu an ne düşündüğünü anlayamıyor insan. Uzun cümle kurma alışkanlığından vazgeçmem gerekiyor. Yine başı sonu belirsiz oldu. Tezle ilgili çoğu düzeltmede bununla ilgili nitekim, bir başlıyorum yazmaya bittiğinde yüklemin özneyle bağı kalmamış, iki yabancı gibi soğuk ve mesafeli sarılamıyorlar bile. Aman her neyse yine başka bişey yazmaya oturdum yine başka bişey geveliyorum. Netice itibari ile evlendim, doktoramıda eleyip duvara astım. Yeni tuttuğumuz evi temizledik, yerleşince ısınır burası eve benzer dedim içimden çektim çelik kapıyı çıktım geldim herdaim bozkır dediğim, itin g.tüne sokmaktan çekinmediğim Ankara'ya hasretle. Utanmadım da değil ettiğim laflara, hatta otobüs Mesa konutlarına yaklaşınca gereksiz bir heyecan hissedip başak sarısı havayı aceleyle soludum. Havasını suyunu, makam arabaları ile kahverengi memur ezikliğini geçtim de ben öyle çarçabuk arkadaş edinemem. Kolaylıkla sevemem diyelim yoksa iletişim sorunum yok diyelim de fazla yermeyelim bünyeyi. Ama ne de güzel arkadaşlarımı bırakacağım burada, ki kalkıp taa İstanbul'a gelmişler mutlu günümdür diye, nasıl gözleri dolmasın şu garibin bırakıp da giderken, değil mi ya? (Cümlelerin yine başı ayrı sonu ayrı oynuyor ya, hoş zaten pek bi devrik bitiresim var hepsini, sonlanamıyor hiç bir düşünce koymak gerektiğinde yüklemi sona. Varsın devrik kalsın bu kez de diyorum, içim burkulurken, sistem çöküp yenisini kurmaya kalkarken bu dilbilgisi merakı da neyin nesi?) Ne düşünüyorsa gönül dile gelsin kelimelerin şahı da derdini döksün varsın. İşte böyle böyle sevgili günlük, bana bu kalbinden temiz sayfayı ayırdığın için..... İlkokulda böyle başlayan yazılar yazdığında arkadaşlarım defalarca okur, gelenektendir diye yazdıklarını bilmeyip ne de çok seviliyorum derdim. Büyüyünce ayırmayı da öğreniyorsun ya lafın sahisini yalanını.

10 Eylül 2009 Perşembe

Ayyyyy çok kırgınım ulaaan. Yok mu benim kalbimi onaracak. Ya da "değmez" kelimesini anlamamı sağlayacak. Hep oyun oynuyorsun bana hep, en zayıf yanımdan vuruveriyorsun.

9 Eylül 2009 Çarşamba

Pişman olmuyor değilim, oluyorum.
Ne var ki çilem doluyor, öyle ya da böyle gidiyorum.
"Öğrenci" olma halinden çıkacağıma seviniyorum.
..............................................................................................
Kusmak istiyorum, gitmezden evvel kusup içimdeki pisliği, akça pakça gitmek...

7 Eylül 2009 Pazartesi


Bazen sabaha kadar çalışmak da yetmeyebiliyor.
Kendimi değersiz hissettiren bu yerden kurtulacağım için o kadar sevinçliyim ki, o kadar olur yani.

6 Eylül 2009 Pazar

Tarih


İnanılmaz merak saldım tarihe. Öyle ki, tezin sonuç ve tartışma kısmı henüz yazılmamışken ve bitirmem için önümde 1 haftalık süreç olmasına rağmen tvde tarih programına denk gelirsem zınk diye durup ağzım açık dinliyorum. Önceleri eskide yaşamış insanların ne yaptıkları nasıl yaptıkları ne kadar önemli olabilir ki, şimdiye bakmak varken eski defterleri karıştırmanın ne faydası var, çok saçma diye düşünüyordum. Tarihi, eskileri öğren ki şimdiki yaşayışa yönelik yorum geliştirebil tezinin dışında bir nedenle çok önemsiyorum üstelik. Çünkü farkettim ki tarihi bilmek ve anlamak, insanları anlamayı, böylelikle tanrıyı anlamayı getiriyor. Ve tanrıyı keşfetmek de kendimi keşfetmemi sağlıyor.

Üstelik öğrendikçe küçülüyor ve hatta hiçleşiyor, hiçleştikçe mutluluğa yaklaşıyorum.

Aklıma geldikçe yazayım diyorum, unutuluyor çoğu şey çünkü. Örneğin topkapı sarayını gezerken en çok Hz. Musa'nın asasını gördüğüm an çarpıldım. Düşündüm, aman Allahım, Musanın asası burda, şuracıkta duruyor. Kızıldenizi ikiye böldüğü asa İstanbul'da topkapı sarayında, burnumun ucunda bana bakıyor. İnanılır gibi değil. Türkiye ne kadar çok hazineye sahip. Diğer kutsal emanetleri saymıyorum bile. Gidip saatlerce seyredebilirmim.

31 Ağustos 2009 Pazartesi

Sabahtan beri orada duruyordun,
Neden düştün...
Sen daha o gözyaşını içine akıtmayı öğrenemedin mi?


Monopoly falan gibi oyunlarda alırsın satarsın işletirsin, kazanmaya çabalarsın. Elinde bişey vardır, onun karşılığını alarak elden çıkartırsın diyelim. İşte öylece bir oyunda elimdekini yanlışlıkla satmış bulunmuş gibi hissediyorum.

Hayat değerli bişey miydi? Ay ben onu sattım, 2 zar atsam taşım yine oraya gelir mi diye bekleyeceğim artık.

30 Ağustos 2009 Pazar


Küslükler uzuyor,

Eskisi kadar kolay uzlaşılmıyor artık.

Güvercini öldürdük sanırım.

23 Ağustos 2009 Pazar

Ederdim ederdim de, Taksim meydanında evleneceğimi hayatta tahmin edemezdim :))
Hani böyle "bak gider asarım kendimi taksim meydanında, bak çıkar yakarım kendimi taksim meydanında" denir ya, "baak çıkarım taksim meydanına evlenirim ona göre" oldu, of çok komik yaaa

20 Ağustos 2009 Perşembe

4-5 gündür sol gözüm seğiriyor. Uyuz olmaya başladım artık. Ekrana bakamıyorum. Aaaa ne tesadüf tezi bitirmeme 10 gün mü kaldı?? Daha ne bahane bulacam, du bakalım. Gözüm olmazsa gö.üm seğirir kesin :))

12 Ağustos 2009 Çarşamba

Her zaman böyle miydi bilmiyorum
Sanki dokunulmazdı çocukken ağlamak

Alışır her insan, alışır zamanla kırılıp incinmeye
Çünkü olağan yıkılıp yıkılıp yeniden ayağa kalkmak

7 Ağustos 2009 Cuma

Tuhaf bir gün

Bugünü mutlaka biyerlere not etmek istiyorum, en iyi yer de blog tabiiki. Sabah saat 7:30-11:00 arası inanılmaz nostalji yoğunluğu olan, her adımımda duygu yüklü gözlerle sağa sola baktığım bir gün geçirdim.
Sabah erkenden soluğu Refik Saydam Hıfzısıhha merkezinde aldım. Evlilik izni için kan vermek amacıyla. Tabi şimdilerde Ankara'yı terkedeceğimden mütemadiyen etrafımdaki binalara, insanlara ve bilimum bitki örtüsüne melul melul bakmaktayım. Evlilik konusu da bünyem tarafından bir çeşit Ankara'dan bağımı koparma olarak algılandığından daha bi duygusalım tabi. Hah dedim nasıl 2003 yılında mezun olurken "Beytepe macerası da burada sona eriyor" dedin, bu da senin Ankara'dan çıkış belgen. Zızzzzzzt diye bi ses duydum kafamdan ve anladım beynim 1999 Eylül ayına geri dönüyor. Ankara'ya geldiğim yıla tekabül eder.
Bu yıllarda Kurtuluş semtinde oturduğumdan en gözde mekanım Kurtuluş-Kolej-Kızılay üçgeni arasındaki bölge idi. Adım adım heryeri pek bi bilirim. Her tür olayı giriş,gelişme ve sonuç bağlamında incelemeye alışmış olan beynim hemen yorum yaptı. İlk geldiğinde buraları arşınlıyordun giderken de aynı yerlere işin düştü, bi veda gibi adım adım kurtuluş, kızılay, sıhhiye geziyorsun:
Kurtuluş: Evlendirme müdürlüğü
Sıhhiye: Sağlık ocağı, hıfzısıhha
Kızılay: Nüfus Müdürlüğü
İşlerim yolunda gitti ve çabucacık bitirdim ama her köşe başında anılarımı tazelemekten o kadar yorulmuştum ki okula ruhen bitkin halde vardım.
Neresinden başlasam nasıl anlatsam bilemedim, Bu yazının başından itibaren tekrar okudum şimdi. O kadar kuru kalmış ki, içinde damla kakdar duygu bulamadım. Bu da bir çeşit ironi. O kadar derin duygular içindeyim ki ifade edilinde edilemiyor işte. Kırkbin kere önünden geçtiğim, ilk stajım için etek alışverişi yaptığım mağazadan mı bahsedeyim, en sıkı dostlarla saatlece oturup dertleştiğim Kızılay-mado'dan mı yoksa Sakarya'daki balık resteronlarından ve Bira-patates kızartması ikilisinden mi. Ya da mezuniyet fotolarını çektirdiğim Foto Naci'nin ünlülerin kepli resimleriyle süslü vitrininden, şimdilerde çantacı - ayakkabıcı olan Aşgana pastanesinden mi. Nebileyim işte darmadağın oldum, yazı yazmaya, cümle kurmaya o kadar yoğun geldi ki duygular, kelimelerin kökü kurudu, yükleminden öznesine cümlenin bütün öğeleri soldu gitti...

5 Ağustos 2009 Çarşamba

4 Ağustos 2009 Salı

1 kalbi 3 adımda nasıl kırabilirsiniz diye bir rehber olsa saniyesinde fırlatır atarım denize.

Tek adımda da kırılabilir ne gerek var o kadar uğraşmaya.

Tek kelime yeter, tek bir bakış\bakmayış yeter.

Ama yerden tek tek topladığın parçalar bir daha bütün eder mi bakalım.

3 Ağustos 2009 Pazartesi

Hüzün Geldi

Türküler bitti
Halaylar durdu
Horonlar durdu
Al damar, mor damar, şah damar sustu
Bahçeler put kesildi birer birer
Meyveler salkım saçak taş.
Bir bulut uçardı
Başı boş bedava
Yandı kül oldu.
Hüzün geldi baş köşeye kuruldu
Yoruldu yüreğim yoruldu.
Ağaç büyür arkasında koşamam
Kervan yürür peşi sıra düşemem
Yıldız akar uçsam da yetişemem.
Hüzün geldi baş köşeye kuruldu
Yoruldu yüreğim yoruldu.

Bedri Rahmi Eyüboğlu
Eski günlüğümün sayfalarını bir bir yırtıp attığıma o kadar pişmanım ki. Öyle çok anım vardı ki içinde. Yanıyorum ama nafile. Bir anlık öfke. Keskin sirke...

2 Ağustos 2009 Pazar

Açıkçası şu doktoranın bitişine ne doktor olacam ne asistanlıktan kurtulacam diye sevinmiyorum, körolası yanlızlığım hasretliğim bitecek diye seviniyorum. O kadar bunaldım ki bu akademik zımbırtılardan doktoraya da akademik akademik sevinemeyeceğim, kusura bakmayın.

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Soru: Yüksek Lisans tezi neden yazılır?
Cevap: Doktora tezi yazarken şablon çıkarmaya yardımcı olsun diye.

28 Temmuz 2009 Salı

Yaz geldi gidiyor resmen. Bu kadar hızlı geçmek zorunda mı bu ömür. Biri şu zamanı durdursun. Ne yapacağımı şaşırmış durumdayım. Diyelim ki yazılması gereken tezi Eylül başına bitirdim ama asıl soru şu: Ankara'dan ayrılmaya hazır mıyım? Kollarım ve bacaklarım bu kadar kök salmışken bu bozkıra yeni topraklara ekilmeye hazır mıyım? Ya mevsimi değilse goncagül dikiminin, ya tutmazsa...

12 Temmuz 2009 Pazar

Judy ve uzunbacak


Kendimi postacıdan bir paket beklerken yakalıyorum bazen. İçimdeki bu paket (karton bir kutuya sarılı içinden saman kağıtlarla kaplı hediyelerin ve mektupların çıktığı) beklentisinin nedenini araştırmaya koyuldum hemen(çok fazla düşünecek zamanım ve yapacak hiç bir işim olmadığından olsa gerek!). Ve hiç de uzak olmayan hangi taşı kaldırsam altından onun çıkacağını çok iyi bildiğim birşeyin altında buldum, tabiki çocukluğumun. Yanılmıyorsam 1990 yılında yani ben 12 yaşındayken Trt'de bir çizgi dizi yayınlanırdı. Judy ve Uzunbacak adındaki bu dizi de yetim kalmış bir kızı himayesine alan esrarengiz bir adam ve bu kızın yatılı kolejdeki günleri anlatılırdı. Dizide Judy'ye bu adamdan küçük paketler ve mektuplar gelirdi. Bu dizi içime resmen işlemişti, öyle ki sonraki yıllarda gelişen arkası yarın, pembe dizi vs. gibi alışkanlıklarımın bundan kaynaklandığına adım gibi eminim. O kadar acıklı bir durumu vardı ki Judy'nin, yetim olduğunu herkesten saklardı ama en zor zamanında uzunbacak (esrarengiz adam) yardıma yetişir ve ona paketler içinde ihtiyaçlarını karşılayacak hediyeler gönderirdi. Ben posta kutusuna ya da ansızın gelecek kargo görevlisinin yoluna nafile bakıyordum ve Allah allah diyordum "bana neden hiç esrarengiz bir paket gelmiyor". Şimdi cevap veriyorum: "Kızım sen hala 12 yaşında kalmışsın da ondan"
Edip Cansever'den bir not: Gökyüzü gibi birşey çocukluk, hiçbir yere gitmiyor.

6 Temmuz 2009 Pazartesi


Aşkın hallerine baktım

Şaşırdım

İsmin hallerine hiç benzemiyorlar




5 Temmuz 2009 Pazar

Kafiye kasıntısı

Bir yaşamak istiyorum bir ölmek
Bir çok sevmek bir nefret etmek
Bir bir vazgeçmek gerek
Arada duran herşeyden
Böylesi
Hem yaşayıp hem ölmek demek
Ya şiir olmalı ya nesir
Yoksa ne özgür olunur ne esir

26 Haziran 2009 Cuma

21:30 da biletim var, Antakya'ya gidiyorum. Bugün Michael Jackson öldü. Mtv saatlerdir kliplerini yayınlıyor. Oldukça hüzünlüyüm, en klişesinden bir devir kapandı. 13 yaşındayken 1991 yılında çıkan Dangerous albümünden Black or White klibi çıksın diye tek kanallı Trt televiyonun karşısında saatlerce beklerdik. Klip çıkınca koşa koşa abimi çağırırdım, farklı insanların kafalarının black or white diyerek birbirlerine dönüşmelerini ağzımız açık inanamayarak izlerdik. Haftalarca bekleyip Maviş müziğe Michael kaseti geldimi diye gidip sormaktan yorulurduk. Kaseti aldıktan sonra (Tabi o zaman walkman ya da ipod olmadığından) okul dönüşleri evin kapısını tekmeleyip okul çantamı sabırsızılıkla vestiyeri odamla birleştiren uzun koridor boyunca fırlatıp atar teypin başına geçer, akşam doyamadığımız kaseti dinlemeye başlardım. Özellikle Dangerous'ın yeri başkadır, 13 yaşıma, ergenliğime denk gelmiştir. Güle güle git maykıl, dualarımı esirgemeyeceğim, söz.

25 Haziran 2009 Perşembe


Çok sıkılıyorum yaaaaaaaaaaaaaaaaa. Şu ofis koltuğu kıçıma yapıştı resmen. Hiç bari işlerimin bi kısmını kolaylasam. Kafese kapatılmış hissediyorum.

24 Haziran 2009 Çarşamba

Yazgı: Tanrı’nın uygun görmesi, Tanrı’nın isteği, kader, ezelî takdir, yazı, alın yazısı, hayat, mukadderat, takdiriilahî (TDK sözlük)

Ne güzel kelime şu yazgı: “yazmak” kökünden “yazılmış” anlamına yol almış nadide bir ifade. Ağzımdan her çıktığında benden bağımsız gelişen yazgıma hem saygı duyarım hem de benim kontrolümde olmayan olayların da hayatımı yönlendirebiliyor olmasının verdiği hafifliği yaşarım iliğime kadar. Yazgımı yaşarım, eksik fazla yok.

18 Haziran 2009 Perşembe

...Yolun sonu ormana karışır

Hani geniş tarlaların arasında dümdüz toprak yollar olur. O yolun başında durup bakarsın sağın sarı başak solun sarı burçak ve upuzun bir yol. Yol pat diye biter, ansızın ormana karışır.

Ormana karışan yere kadar yürüdüm, çaresi yok girilecek bu ormana. Hangi ağacın ardından hangi hayvan çıkacak görülecek bakalım. Sıkı hayvanseverimdir neyseki.
Kaygısız uykulara dalmak istiyorum, sevgi dolu bir öpücükle uyandırılıp kır çiçekleriyle süslenmiş beyaz patiska örtülü kahvaltı masalarına çağırılmak umuduyla.


15 Haziran 2009 Pazartesi



Offff gelinlik beğendim sonunda ama çoook pahalı, o kadar para verilir mi verilmez mi? Ama "bikerecicik giyicem" diyor bir yanım "emperyalist tuzakların pençesine düştün yine" diyor öbür yanım. Somali'de insanlar bir lokma ekmek bulamazken bırak Somaliyi kendi ülkende insanlar açlık sefalet içinde yaşarken bu bencillik niye. Göz görmeyince yok mu oluyor adaletsiz dünyanın masum ve muhtaç insanları. Offfffffffffff offffffffffffffffff. Saaafi bencillik, vallahi de öyle. Finale kalan modeller........


14 Haziran 2009 Pazar

Gezdim tozdum, 1 hafta sürttüm, yetmedi malesef, doyamadım. Neden mi? Antakyaya gidemedim çünkü. Evet İzmirin dağlarında çiçekler açar, altın güneş orda sırmalar saçar, evet bir çiçek olsam İzmirde açmak isterim, evet İstanbul'da boğaz var ama Antakyanın ekşi tatlı sıcak serin baharat kokularını, parktaki köz mısır dumanını içime çekmeden, üç tekerli tahta arabaların üstünde satılan mor-lacivert taze fıstığın tadına bakmadan, geniş zamanlarda balkondan karşıdaki dağları izleyerek annemle çay içmeden tatil matil olmuyor ne edeyim, ondan doyamadım herhal....

5 Haziran 2009 Cuma

Konserus homosaphiens

Geçenlerde konser falan gibi konulardan konuşurken en çok eğlendiğim konserlerin bir listesini yapmaya karar verdim. Bir konserde unutulmaz bir gece yaşayabilmek için sadece şarkı ve şarkıcının performansının iyi olması yetmiyor. Birlikte gittiğin kişiler, o dönemki psikolojin aşk meşk işlerin vs. en önemli faktörlerden bence. Örneğin aşık olmuş olman gerekir ki bu da iki safhadan oluşuyor: ya acı çekme evresinde olup her şarkının sözlerine derin anlamlar yükleyeceksin ya da muradına yeni ermiş olup ayakların yerçekimiyle eşzamanlı hareket etmeyip başka bir gezegenin gravitisini baz alıyor olacak ve tam bu esnada midende kelebekçikler uçuşacak. Veya çok stresli bir dönemi gerde bırakmış olacaksın ki vur patlasın çal oynasın, ben feleğin tekerine çomak sokarım diyeceksin. Amaaaan konu dağıldı yine.
1) Yeni Türkü-Saklıkent 2002
2) Athena-Saklıkent 2003
3) Düş sokağı sakinleri- MEB Şura-2000
4) Haluk Levent-Yükseliş Koleji-2001
5) Sertab Erener-MEB Şura-2003
6) Kardeş türkükler-MEB Şura-2002
7) Grup Yorum-Ahmet Taner Kışlalı-2002
8) Kazım Koyuncu-100. yıl kültür merkezi-2001

2 Haziran 2009 Salı

bir cevap buldun mu sorulara
yiğitlik de var yine serde
nasıl gaddar seneler
geçiyor durduğu yerde

kara yazı yazıldı sanma
insanın da kaderi böyle
öyle bir geçer zaman ki
dediğim aynıyla vaki
öyle bir geçer zaman ki


Erkin Koray ne güzel söylemiş, gaddar seneler geçiyor durduğu yerde

E-sosyal

Hiç bir arkadaşıyla yüzyüze görüşmeyip sadece facebook ve benzeri portallar üzerinden kendini var edebilen insan türüne e-sosyal diyebilir miyiz? Deriz. Bu yeni kavramı cümle içinde kullanmak istiyorum: İyiki e-sosyal arkadaşlarım var yoksa nasıl e-sosyal olurdum :)))

1 Haziran 2009 Pazartesi

-Dalından toplayıp yediğim yiyecekler-

meyveler: Çilek, kiraz, kavun, karpuz, şeftali, elma, erik, yeni dünya, muz, incir, üzüm, portakal, dut, turunç, hombelez (mersin), kayısı, nar, böğürtlen, armut

sebzeler: Kabak, lahana, patlıcan, nohut, domates, salatalık, havuç, zeytin, limon, maydonoz, soğan, nane, kekik

Çok şanslıyım çoook.

27 Mayıs 2009 Çarşamba

Eğer mutluluğunuzu hayatın anlamını bulmaya bağlamışsan sonun selamet olmaz. Cevap veriyorum: çünkü yok, hayat dediğinin bir anlamı yok. Varsayımını baştan koy, sonra yok öyleydi yok böyleydi deme. Elinde şunlar var: kaza bela olmazsa 80 bilemedin 90 senelik yarısı uykuda geçen çok hızlı geçtiği aşikar bir ömür, sevdiklerin ve sevmediklerin.

Bunları kabul ettim ben ama asıl sıkıntım vücudumun kimyası bozuk. Ayda en az 1-2 kez arızalanır. İşin yoksa telkinlerde bulun, canım cicim de, devam etmeye ikna et. Diyorum ki bi şablon hazırlasam kendime, arızalandıkça içeriği değiştirir değiştirir veririm elime. Yok bunca iş arasında bu kadar çok uğraşılmaz bu işle. "Yine de yaşamak güzel" dedirtmek için 3-4 gün harcıyorum garanti.

24 Mayıs 2009 Pazar

Sleeplesssssssss

Saat 04:18 AM-Deliler gibi uykum var, uyuyamıyorum. Günlerdir böyle. Nerde dip köşe kalmış gereksiz düşünce var hepsi beynime doluşuyor. Bu haftasonu planladığım 300 bin işin birini evet birini dahi bitiremedim. Hah ezan da okudu. Yeni bi bilgi daha sabah ezanı 04:21 de okuyormuş. Olaki namaza kalkasım tutar :)
E uyuyamadın hiç bari iki satır faydan olsun, şu TİK raporunu bitir. Yoooook nerdeeeeee.....

22 Mayıs 2009 Cuma

Plasebo effect

Öss ye hazırlanırken nükseden nefes darlığı ve kalp sıkışması hastalığıma doktorun verdiği ilacın üniversitenin eczanesinde alerji ve kaşıntı ilacı olarak satın alındığına şahit olduğumda Plasebo etkisinin ne demek olduğunu anlamıştım. Şu an ki tekrarlayan sol göğüs ve kol ağrılarım için aynı şeye muhtacım ama doktora gidecek halim yok. Biri bana bişiy tavsiye etsin "kaynımda da vardı ısırgan otunu kaynatıp 8 gün ayazda balkonda bıraktıktan sonra balla karıştırıp sabahları aç karna içti, eskisinden sağlam" falan desin. İnanasım var.

20 Mayıs 2009 Çarşamba

İstanbula taşınmaktan korkmamın bir nedenini daha buldum. Antakyaya ankaradan daha uzak oluşu. Yılda bir yada iki giderim antakyaya ama yinede daha uzak olma fikri üzmüş beni farketmeden.
Bir de en çok ev bakmaktan korkuyorum dünya alemin dünyanın en güzel şehri dediği istanbulda. Emlakçının gösterdiği eve girince içim daralıyor, buraya tıkılmak istemiyorum diyorum. Yok yok, doğru düzgün bir yere bakan balkonu olmalı evin, yok istemem ben balkonsuz ev.
Gelincik tarlasına oturdum
Kımıldasam dökülecek yapraklar.

10 Mayıs 2009 Pazar

Annaneme her baktığımda annemin çocukluğunu düşünürüm.
Hiç konduramam ona çocuk olmayı,
korkarım belkide, o çocuk olunca gözümde ben savunmasız kalırım diye.
Sırtımı nereye dayarım diye.
Çok şükür ki uzun sürmez bu düşünce,
her derde deva, her gözyaşına mendil, her sıkıntıya nefes olur yeniden.
Gözleri gözümün içinde, daya boynunu omzuma, ben taşırım yükünü sen yorulma demekten hiç usanmaz.
Uzun yıllar geçer, yüzde çizgiler arada mesafeler çoğalır ama onda hep aynı aşina telaşlar,
hiç bitmeyen memnun etme çabaları.
Seni seviyorum az kalır ve de vız gelir.
Dün babamın doğumgünüydü bugün anneler günü. Her güzel şeyi uzak yaşamak, her kutlamayı telefon ahizesine söylemek tahminlerimden çok üzüyormuş beni. Her güle güle den sonra içimi sessizlik kaplıyor. İlk ayrılışımı hatırlıyorum evden. Ne kadar da mutluydum, eve giriş saatlerime ve ne kadar derslerimle ilgilendiğime karışılmayacaktı artık. 13 yıl oldu ayrıyım, ne arttım ne azaldım, yine bir kişiyim. Bu acıların sonuna geldiğimi, yüzüp yüzüp kuyruğu bulduğumu umarak yarını bekliyorum.

1 Mayıs 2009 Cuma

Fakire fukaraya, aç açıktaya inat bu sene baharın gelesi yok. Dalga geçer gibi de yüzde yirmibeş indirim yaptı hükümet doğalgaza.


21 Nisan 2009 Salı

Eski defterleri karıştırdım yine, okulun çakıl taşlı bahçesinde yüzükoyun düşmüş gibiyim.

14 Nisan 2009 Salı

Yazacak binlerce şey olunca darmadağınık zihni toparlamak, nereden nasıl başlayacağını bilememek en az 10 dakika alıyor. Aşırı derecede planlı bir şahıs olduğum için yazacakları da sıraya koyacağım, başlıyorum:
1) İşler güçler yolunda sayılır, bi sıkıntı yok yani.
2) Aşklar meşkler yolunda sayılır coğrafi ayrılık hariç (dağı taşı, tepeyi bucağı, yolu yokuşu saymazsak yani)
3) Geriye bir ben kaldım-ana sorun da bu zaten.

3. madde yoruyor işte beni, hayat beni yormuyor da beni benden başka yoran yok. Ah bi barışsam kendimle ahhhhh. Benim bütün derdim kendimle. En çok kendimden sıkılıyorum. Hele bugün daha çok sinir oluyorum bana. Yaptığım hataları kabullenene kadar da bu böyle gidecek. Kör gözüme parmak hesabı her saçmalığı yap et sonra da kendini affet. Affedemiyorum işte, herkesi affediyorum, ilan ediyorum işte burdan beni üzen, kıran, hakkımı yiyen, canımı yakan herkesi affediyorum. goncayı affetmiyorum, haketmiyorsun kızım sen affedilmeyi. Neden haketmiyorsun biliyormusun, hemen anlatayım: Her dinde hemen her inanışta kötülüğü bilerek yapmakla bilmeyerek yapmak arasındaki fark kalın kalemlerle çizilir. E mantığa da en yatkını budur zaten. İşte aynen bir çeşit inanış gibi bilerek yaptığım hataları bilmeyerek yaptıklarımın yanına koyamıyorum, elimin tersiyle itemiyorum. Birsürü sıfat buldum bugün kendime, sövdüm savdım. Hırsımı alana kadar da anana avradına düz gideceğim salakların kraliçesi...Tüüüü senin kalıbına, gören de adam sanır. Hele herşey biyana bu böyle mutsuz, sürekli sorunlu, herşeyden şikayetçi her işi yokuş sanan, çift şerit otoban varken düz duvara tırmanan, sinirli, tatminsiz, umutsuz, olumsuz, pesimist hallerin yok mu, en çok da o hallerine gıcığım. Gıcığım kızım sana, bi bas git dellendirme beni, yürü zıbar yat saat 2 oldu serseri.

13 Nisan 2009 Pazartesi

1 Nisan 2009 Çarşamba

Ben kesin aşeriyorum. Burnuma sevdiğim sevmediğim hiç farketmez binbir yiyecek kokusu doluyor, süper lezzetliymiş ve acilen ulaşılması gerekiyormuş gibi de geliyor ayrıca. Örneğin künefe hiç sevmem aslında. Künefenin yapılış aşamalarında biri tepsiye künefe hamuru alınır ve taze tereyağı eşliğinde kısık ateşte hamura tererağı yedirilir. Bu esnada etrafa inanılmaz kokular salar. Delireceğim o kadar güzel kokuyor ki.... Ama ofiste veya yakınında biryerlerde böyle bir etkinlik yapılmadığı kesin. Nerden geliyor bu kokuuuuuuuuuuuuuuuuuu

26 Mart 2009 Perşembe

Seçimleri bekliyorum. Bir umut bekliyorum. Artık uyan ülkem diyeceğim ama bir uyku hali olsa idi bu ansızın bitiverebilirdi kabus.

23 Mart 2009 Pazartesi

Ellerimi ensemde birleştip sırtüstüstü yatarak gün görmemiş bembeyaz koltuk altımın bu yılki bekaretine son verdiğimde dalgalar ayaklarıma değmeli ara ara, beni içine çekmek isteyen deniz parmak uçlarımı kumlara gömme çabasında olmalı bir yandan. Yüzümde bir şapka olmalı, vücudum kendini teslim ettiğinde güneşe ve dizkapaklarım sarı ışık ağırlığını kaldırmaya karar verdiğinde öyle yavaştan değil birdenbire yarıp mavi soğuk ege denizini omuzlarımla en huzurlu yere, ana karnına geri girer gibi sokmalıyım başımı.

19 Mart 2009 Perşembe

O kadar acı çekiyorum ki :(
Her seferinde ilk kez kadar ağır ayrılık. Bu gelmeler ve hemen gitmeler, sessiz kimsesiz evler duvarlar. Dayanmaya gücüm kalmadı.

6 Mart 2009 Cuma

Of Allahım offf. Gitmek istiyorum. Ankara'dan gitme kararı alındı ya, duramıyorum artık. Herşey hemen olmalı, bekleyemiyorum, dayanamıyorum. Artık düzenimi kurmak istiyorum. Bir de tez yazmak hiçççç istemiyorum. Önümüzdeki haftadan sonraki dönem çok gergin geçecek. Bundan kaçmanın yolu yok sanırım :(( Bunlar geçtikten sonra ise asıl mesele İstanbul'da ne halt edeceğim olacak ki o da apayrı bir uzmanlık sorusu. En nefret ettiğim şey belirsizlikler, bulanık haller..........

4 Mart 2009 Çarşamba

Gerçekler can yakıyor:
İşe yaramaz adamın tekiyim. Ne çevreme ne kendime doğru düzgün faydam var. Ne iş yaparsan yap düzgün yapacaksın, bir karşılığı olacak ya da elinden gelenin en iyisini yapacaksın.
Ben sadece var olanı nasıl sürdürürüm derdindeyim. İdare eder kıvamında bütün işlerim. 5 para etmem yani.

1 Mart 2009 Pazar

Eğer işim varsa ve çalışmam gerekiyorsa motive olmak için öncesinde yapma gereken bazı aktiviteler vardır: patlayana kadar yemek yemek, facebook, gazete vb gibi internet sitelerinde dosyasıya sıkılasıya geberesiye web sörf, annemle uzuuuuuuuuuuuuuuun telefon konuşması (en az 1-1,5 saat) tekrar açlık hissi ve bol şerbetli tatlılarla bastırılan şeker krizi, tekrar facebook ve web sörf, sevgiliyle uzuuun telefon konuşması ve acıkma ve tekrar web sörf ve kısır döngüye giriş. Döngüden çıkmak için "anam ben boku yedim saat kaç olmuş" alerti :))))))) Ve boku yiyişşşşş

27 Şubat 2009 Cuma

Yaza yaza kalem tükenir...di eskiden. Minicik olurdu da yine sınıfın köşesindeki çöp kutusunun başına dikilip çatır çatır kalemtraşa sokup zikzaklı ahşap şeritler döktürürdük. Şimdi bu satırları yazmaya kalem gerekmiyor. Klavyem hiç tükenmiyor. Sahte sahte ekranlarda times new roman soğukluğunda bakıyor bütün yazılar. Sahte diyorum ama adettendir diye teknolojiye bok atmaya çalışmıyorum. Blogspotun sunucusu aniden çökse acaba bu yazdıklarım bu aslında sıfır ve bir denilen zımbırtılar hangi cehennemi boylayacak. Ha diyeceksiniz ki kağıt üstündekiler de kaybolabilir, kara kedi çalabilir, ağaca çıkabilir, balta kesebilir, suya düşebilir, eşek içebilir, dağa kaçabilir, dağ yanabilir ya da eski sevgilide rehin kalabilir, kimbilir...olsun ama zihinlerde bilinir ki bir zamanlar yazılmış mektuplar vardır, bilinir ki postacı zamanında bir dostun yaşamını üzeri X harfine benzeyen damgalı pullu zarflarda uzatmıştır avucuna. Bilgisayar ekranlarındaki yazıları kim sahiplenir ki. Oysa kağıda atılmış her çizgi bir kişilik olur, ait olur, senin olur, sana benzer, kağıt elin kokar, mürekkep gözyaşınla seyrelir.
Elle tutulur bembeyaz pespembe sapsarı yemyeşil mektup kağıtlarına yazılmış bir tomar yazı var önümde. Birçoğu hayatımın en zor dönemi olarak nitelediğim ÖYS hazırlıkta sevgili dostlarım tarafından manevi destek amaçlı gönderilmiş. Yine yanlızlıktan mıdır nedir tekrar okuyup ve ilk kez okur kadar heyecanla dökülürken gözyaşlarım kağıda bacaklarımı sıkıca karnıma çektim. O kağıtlar daha nice ıslak duygularımı göğsünde misafir etmiştir kimbilir.
Geçmişe mi ağlıyorum, hayır bu kez değil. Anlıyorum sadece o zamanki insanlar şimdikiler değildiler. Onlar da benim gibi kirlendiler, zihinlerinde binbir şeytani düşünceyle burunlarının ucundaki yokluklara sıradan merhametler göstermekteler. 3 saniye sonra kendi yaşamlarına tekrar dönerken burnu soğuktan kıpkırmızı kesilmiş ayak parmakları yazlık ayakkabısına isyan etmiş küçük kıza sırtlarını dönerler. Onlar da benim gibi arabamın camını silmeye koyulan kimbilir hangi dramın yırtık bir parçası ufaklığa bir kırmızı ışıklık şans tanırlar.
Ulan serseri dünya, ben sakladım ama sen becerdin masumiyetimi. Bekaretim senin olsun geri ver çocukluğumu..........

Çıldırıcam ayol, o kadar iştahlıyım ki aklımda yemek yemekten başka hiçbirşey yok. Hatta bir ölüm şekli seç deseler mide patlaması veya şeker komasını seçerim.

19 Şubat 2009 Perşembe

İlkokulmuydu ortaokulmuydu ne,
fen bilgisimiydi coğrafyamıydı ne,
fasülyemiydi nohutmuydu ne,
bişiy diktirilerdi ya pamuğa.
İşte o dikimi zamanında yapmazdın da
öğretmen yarın filizlerinizi getirin dediğinde
birgün evvel diktiğin fasulyelerin azıcıkda olsa
filiz vermeyeceğini gecenin ikisine kadar
gözünü üstüne dikipbaşında bekleyip anladığında
umutların tamamen tükendiğinde
apartmanın bahçesindeki otları
pamuktaki fasülyelerin üstüne yapıştırmak suretiyle
öğretmene yutturmaya çalışırdın ya.
İşte benim her işim böyle.
Acaba yutturuyormuydum?
Acaba yine yuttururmuyum?
Bu günlerde saçlarımı yolum yolum yolasım geliyor.

16 Şubat 2009 Pazartesi


İçimden gelmiyor. Hiç içimden gelmiyor. Kafam olmuş bi milyon. Mızıkçı derlerdi mahallede. Mızıkçıyım ben, işime gelmezse oynamam. Şimdi de işime gelmiyor oynamak ama oyundan çıkamıyorum :((

5 Şubat 2009 Perşembe

Çok korkuyorum, kanser olmaktan çok korkuyorum. Dahası ölmekten çok korkuyorum. Sabah arabaya binerken genelde bi besmele çekerim-tam da babamın yaptığı gibi emniyet kemerini takarken- ama bu kez şehadet getirdim ve 2 metrekarelik arabanın içinde yankılanan bu arapça sözden korktum, ölüyorum herhalde, ağzımdan çıkan son sözler de bunlar ve bir tek ben duyabildim dedim. Hemen radyonun sesini açtım, neşeli bir şarkıya bağıra çağıra eşlik etmeye başladım.
Evet plan yapmak iyi bişeydir ama yapacağın işin planı 2 saat kendisi 15 dakika sürüyorsa nerde hata yaptığını bulmak kolay olmuyor :)))
Hatta bir ara iç sesim "eveeeet şimdi öncelikle plan yapmaya geçmeden önce nasıl bir plan yapacağını iyice düşünmelisin!" deyince işin b.kunu çıkardığımı anladım.
Yapacağın işte kaçmanın en kolay yolu planını yapmaktır. Hatta planın planı hakkında düşünmeya başlamışsan söz konusu işte dual layer uzaktasın demektir. Bu da son derece rahatlatıcıdır.

4 Şubat 2009 Çarşamba

Bu hafta sizlere uzak ülkelerden birinden, kuyruğu Avrupa kıtasında kalmış, yarım Asya yarım ortadoğu karışımı kültür bereketi topraklardan, Türkiyeden sesleneceğiz. Adet olduğu üzere ilginç geleneklerinden bahsederek başlayacağız. Efendim bu ülkede evlenme, nişanlanma, sözlenme, sünnet olma gibi hadiseler çerçevesinde binbir çeşit birbirinden hayret verici gelenekler mevcut ancak biz insanın kulakları ile duyduğunda küçük dilini yutacağı veya kesinlikle bir şaka olduğunu düşüneceği bir geleneği anlatmaya karar verdik. Bu akıllara zarar gelenek evlilik öncesi gerçekleştirilen yüzük ve nişan törenleri sonrası gerçekleşiyor. Evlenmeyi planlayan bu çiftler birbirlerinin ailelerine anne baba şeklinde hitap etmeye başlıyorlar. Yani herhangi bir yerde herhangi bir zamanda sokaktan geçen herhangi birine baba demenizle eşdeğer bir hadise. Baba demeniz gereken bu kişi bırakın siz küçükken ağzınıza bir lokma ekmek koymayı veya hastayken doktor doktor dolaştırıp şifa aramayı alalade bir çocukluk anınıza bile aşina değildir. Üstelik bu hitabı sizen belirli bir yaşanmışlık ve paylaşım sonrası sevdiğiniz insanın anne babası olması vesilesi ile size de ebeveynlik yapması akabinde değil de taktığınız yüzüğün ardından ansızın bekliyor olmaları da kalbinize dikenli demir topuzlarla vurmakla neredeyse aynı....Yani efendim bu ülkede böyle bir gelenek adı altında kendi anne babanıza ihanet etmeniz açık açık beklenmektedir. İşin daha tuhaf yanı ise bunu hiç kimsenin yadırgamadan bir görevmişçesine yerine getirmesidir.

25 Ocak 2009 Pazar

Bir yanım,
ötekinden nefret eden diğer yanıma
el sıkışıp anlaşalım
yinede sensiz yaşayamam dedi bugün

21 Ocak 2009 Çarşamba

Herşey yolunda, fazlasıyla yolunda.
Beni mutsuz edecek hiçbir sebep yok. Ancak bu gece nedensiz yere ellerim titriyor, vücuduma yabancılaşıyorum, gece ansızın büyük bir sarsıntıyla uyanıyorum, etrafıma bakıp ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Uyanışım bir kabusa dönüşüyor, ses duymak istiyorum, bağırsam sesim çıkmazmış gibi hissediyorum. Yeryüzünde bir ben varmışım sanıyorum. Sabah olsun diye dua ediyorum. Ve ben böyle geceleri çok sık yaşıyorum...Yanlız uyuyor olmak değil tek sorun, şimdi yazarken bile fikirler sürekli uçuyor, hiçbirşeyi toparlayamıyorum. Aklım karmakarışık. Böyle zamanlarda tek istediğim kusmak olur. Birşeyleri uzaklaştırmaya ihtiyacım var, en kolay biyolojik yolu seçiyorum, kusmalıyım. Gözyaşlarım klavyenin harflerinin arasından süzülüyor, yetmiyor, ağlamalar yetmiyor, hıçkırmalıyım. Dünya zahir, herkes zahirinde yaşıyor.....Bana hayat yabancı, yaşamak ağır. En yakınımı arasam alacağım cevaplar bildik. Anlaşılmadığımı düşünmüyorum, böyle bir derdim de yok. Anlamaya çalışmasına gerek de yok, çünkü sebepsizim, hiçbir sebebim yok. Doğuştanım, kimyam bozuk..Aklıma bir şarkı geliyor, tabiki sezen...
"Ben bu dünyaya bir türlü alışamadım.
Bu yüzden insan içine karışamadım.
Bana mı sordunuz adımı koyarken.
Bir küstüm bir daha barışamadım
Uyumlu faniler bana uyumsuz derler
Delirttiniz beni ey ehven-i şerler
Uzlaşırsam namerdim ateşe verseler
Garanti muhabbetlere yılışamadım "
Bu şarkı gelir arada bir. Ama ruh halime uyan bu değil, yanlış geldi bu kez. İsyanım yok çünkü, o isyanlı hallere hasretim ben. Tek şey var o da boşluk, iç organları boşaltılıp duvara asılmış av hayvanları gibi anlamsız bir gözle görüyorum. Keşke isyan etsem, isyan, içinde bulunduğun dünyaya ait olma tepkisidir. İsyan bir yanıyla hayatın bir parçası olmaktır.
Dudaklarımdan dökülen dua "Beni yeryüzüne indir, beni zincirin bir halkası yap yeniden, beni kalabalığa karıştır, sebepsizliğimi unuttur, gaye ver.

16 Ocak 2009 Cuma

Tam da öğrendim sanırken yaralanmamayı, tam da herşey yolunda derken, tam da önem sırası değişti hayatımın derken ve tam da mutluyken.....İşte hep bu zamanlarda ışığa çıkar geçmiş sancılar. Kıvranıyorum yine. Değersiz olmaya alışamıyor insan. Kabullendim, işler böyle yürüyormuş demek ki dese de, o diyen dilden gönüle geçiş yolu kolay olmuyormuş.
Sayfalar dolusu yazasım var.
Ömürlere sığmaz yanlızlığım var.
Sırtımda koyu siyah gölgeler,
Bu laneti kaldırıp atasım var.

10 Ocak 2009 Cumartesi

Tarihi seviyorum

Murat Bardakçı "Tarihin arka odası" diye bir program yapıyor habertürkte. Çok seviyorum, izlemeye doyamıyorum yahu. O programda zaman duruyor sanki. Ağır ağır konuşuyorlar, ağdalı ağdalı anlatıyorlar. Demliyorum çayımı, illaki 2 şeker atıp bal gibi yapıyorum ardından :) koca kıçımı hiç kımıldatmadan pür dikat izliyorum, bab-ı aliden girip İttihat terakki den çıkıyorlar. Allah eksik etmesin böyle programları. Odamı dolduruyorlar, misafirim oluyorlar, şimdilik çaresiz gibi görünen yanlızlığımı rafa kaldırıyorlar.

9 Ocak 2009 Cuma

İltifatın değişik biçimleri

Cebimde 3 milyarım olsa 4'ünü senin için harcarım diyerek iltifat eden sevgilime karşı iltifat: Benim 100 yıl ömrüm olsa 110 yılını senin için yaşarım. Seviyoruz işte.

İnatt

Ne onun Nuh'u peygamber ne benimki. İşte bütün mesele bu.

2022'ye not

 2022'de aldığım en güzel karar "hayatıma giren herkese kapıyı çıplak açmamak" oldu.